19. yüzyıla kadar halı gibi eşyalar sopayla dövülüp yıkanarak temizleniyordu. Bu şekilde temizlik yapmak oldukça zahmetli ve uzun sürüyordu. Mekanik bazı sistemler geliştirildi. Döner fırçalı ve kiri emen körüklü temizleyiciler kullanıldı.
İlk elektrikli süpürge İngiliz Hubert Booth tarafından icat edildi (1871 - 1955) Booth bu icadın ardından British Vacuum Company adlı bir şirket kurdu. (1901) Bu alet yakıtla çalışıyor ve taşıması oldukça zahmetli oluyordu. At arabaları sayesinde taşınan bu alet işçiler tarafından kullanılırdı. Pencerelerden uzatılan bir hortum sayesinde evlerin içinde temizlik yapılabiliyordu. Bu icat çok başarılı olmuştu ve çok iş yaptı.
1908 yılında Murray Spangler bu aletten çok daha hafif bir elektrikli süpürge üretti ve patentini aldı. Bunu üretebilecek mali gücü olmamasından ötürü William Hoover'ın şirketi tarafından üretildi ve piyasaya sürüldü.
Toplar ilk defa ağızdan dolma XIII. Yüzyıldan itibaren geliştirilmeye başlanmış ve savaş alanlarında kullanılmıştır. İlk ilkel ateşli silah örneklerinden olan bu toplardaki teknolojik ilerlemeye paralel olarak Avrupa’da XIV. Yüzyılın ilk yarısından itibaren öncelikle İspanyollar, Portekizler, İtalyanlar, almanlar, Fransızlar ve İngilizler tarafından savaşlarda ateşli silahlar kullanılmaya başlanmıştır.
Avrupalıların sürekli olarak birbirleriyle savaş halinde bulunmaları, barutla işleyen daha kullanışlı yeni silahları icat etmelerine de neden olmuştur.
Savaş meydanlarında yenilen rakipler, kale ve şehir surlarının ardına saklanıyorlardı. Şehir kuşatmaları çok uzun, aylarca hatta yıllarca sürebiliyordu. Orduları bu kadar uzun süre savaş alanlarında tutmak çok zordu. Kale ve kent surlarını yıkacak, zaferin yolunu açacak bir silaha ihtiyaç vardı. O silah da toptu.
Toplar silah olarak kullanılmaya başlandıkları ilk dönemlerde, taktik olarak iki şekilde kullanılmakta idi. Birincisi, nesneleri hedefe fırlatma ve püskürtme ile atmak ikincisi ise kullanılan gülle ile hedefi doğrudan vurmaktı.
İlk yapılan prototip toplar, genelde küçük boyut ve çapta dövme demirden imal edilmekte idi, ilk döküm toplar, şekil verilmiş, taş gülleri fırlatan ve ağzı geniş, arkaya doğru daralan bir kova biçiminde imal edilirdi. Ahşap bir kundak üzerine demir kasnaklarla bağlanır ve toprak bir yükselti vasıtasıyla eğimli atış yapması sağlanırdı. Yükseklik vermek için kundak üzerine bazı düzeneklerde yer alırdı. Bu toplar da, barut mermi gerisinden konulurdu. Namlu gerisindeki, içinde fitil bulunan küçük bir delik vasıtasıyla da ateşleme yapılırdı. Daha sonraki yüzyıllarda bu tip topları, diğer uzun toplardan ayırt etmek için “havan topu” adı verilmiştir.
Orta çağda kullanılan toplara, genel olarak eski Yunancada yüksek ses veya arı vızıltısı anlamına da gelen “bombaz” tam üretilmiş “bombart” adı verilmektedir. Daha sonraları bu isim büyük ve namluları geniş toplara verilen isim olmuştur. Bombartların 16 tona kadar ağırlıkları olabiliyordu, bu toplara mitolojik kahramanlarının veya üretildikleri yerlerin isimleri veriliyordu.
Toplar 10–20 kişiden oluşan mürettebat tarafından kullanılmaktaydı. Ağızdan dolma bu toplar saatte ancak iki gülle atabiliyordu. Atış menzilleri de 200–220 metre idi.
Ateşli bir silah olarak topların, savaş meydanlarında gücünü kanıtlamasıyla Avrupa’daki zanaatkârların birçoğu büyük boyutlarda toplar dökmeye başlamışlardır. Üretilen bu ilk toplar; büyük boyutlarda olmaları yanı sıra, savaşın sonucunu etkileyecek atış gücünden ziyade, barut gazı gücü ile fırlarlıkları ağır ve büyük, yontularak yapılan taş gülleleri ve kulakları parçaları gürültüleriyle düşman birliklerine daha çok psikolojik korku vermekteydiler.
Savaş alanlarında kullanılmaya başlayan bu toplar 1337’den sonra açık arazide kesin bir etki yaratmasalar da kuşatmalarda şehir surları, bu topların attığı ağır ve büyük taş gülleler karşısında zarar görecek duruma gelmiştir.
İlk üretilen bu büyük boyutlu topları ve mühimmatını savaş alanlarına taşımak bile o dönem şartlarına göre çok zordur. Bu nedenle, topların savaş meydanlarında kullanıldığı ilk dönemlerde savaşların sonucu yine kesici, delici ve vurucu silahlar belirliyordu.
Erken xv. Yüzyıl topları, savaş alanında ilk kullanılmaya başlandığı dönemden itibaren dövme demir veya dökme demirden daha sonraları da bronzdan üretilmektedir. Ancak bu topların kalibreleri ne de boyutlarında belirli bir ölçü bulunuyordu. Her ülke, her kral her dük veya dökümcü ustası kendilerine ve ihtiyaçlarına göre toplar üretilmekteydi.
1453’de Osmanlı sultanı II. Mehmet (Fatih) İstanbul’un fethi sırasında çok büyük boyutta top döktürmüştü. “mehmed” adını verdirdiği bu büyük top, 400 kilodan daha ağır taş gülleler fırlatmaktaydı, barut çağının ilk göz kamaştırıcı silahı imal edilmişti, bu topu hareket ettirebilmek için 60-140 öküze ve yüzün üstünde adama ve ateşlendikten sonra yeniden doldurmak için iki saate ihtiyaç vardı, bu top hiç şüphesiz ki o zamana kadar yapılmamış olan en büyük toptu. Ancak topun bir kusuru vardı; kuşatmanın ikinci günü çatlamış, üçüncü veya dördüncü günü ise bütünüyle kullanım dışı kalmıştı.
Demir toplar: önceleri dökülerek değil demirci ustaları tarafından fıçıların yapıldığı sistemle yapılırdı. Top ustaları demir çubukları ateş üzerinde döverek silindir biçimine getirdikten sonra, halka şeklinde keserek demir çemberler oluşturuyorlardı. Dövme demirden yapılan çemberler, daha akkor halinde iken birbirinin üzerine gelecek şekilde silindirin etrafına sarılıyordu. Halka soğudukça daralıyor ve birbirlerine sıkıca kenetleniyordu. Bu şekilde dövme demirden yapılan demir çemberlerle güçlendirilmiş toplara müzelerde bugün de rastlamak mümkündür.
Bir süre sonra döküm ustalarının ortaya çıkarak daha az geri tepmeleri, ham boruların bir arada tuttuğu, yine dövme demir çubuklardan oluşan kalıplarda dökme sistemi ile toplar üretilmeye başlandı. Kalıba dökme yöntemleri ile dökülen toplar, kullanım sırasında tehlikeli kırılmalara maruz kalabiliyordu. Fransa kralı XI.. Louis’nin 1478 yılında döktürdüğü toplardan birinin fazla barut hakkı ile demesi yapılırken parçalanmış ve döküm ustası Jean Mocke ile birlikte 14 kişi daha hayatını kaybetmiştir. Bu şekilde üretilen toplar birkaç atımdan sonra parçalandıklarından, çok fazla verimli değildirler. Bronz dökme toplar ise; bronzun parçalanmaya karşı dayanıklı olması ve dökme tekniğinin ateşleme ile ilgili tehlikeleri önlemesi nedeniyle daha güvenli idi. Bu nedenle de daha yaygın olarak kullanılmıştır. Ayrıca demir topların kullanım sırasında infilak edip, parçalanmaması için demir toplar bronz toplara oranla daha ağır imal edilmekte idi. Bu da başka sakıncalar oluşturmaktaydı, çünkü bu fazladan ağırlık kara toplarının hareket serbestliğini kısıtlamakta, gemi toplarında ise denizlerdeki gel-git ve büyük dalgalanmalarda gemilerin dengesini tehlikeye sokmaktaydı.
Demirin ham madde olarak bronzdan daha ucuz olması: daha dayanıklı demir top tekniği gelişene kadar, dökme bronz topun yanı sıra kullanımı kısıtlı, tehlikeli ve modası geçmiş silahlar olarak dövme demir topların kullanıma da devam edilmiştir.
Dökme tekniği ile üretilen toplar, genellikle XV. yüzyılda silah fabrikalarının ortaya çıktığı döneme kadar kiliselere çan döküm işleri yapan ve bu konuda hiç zorlanmayan zanaatkârlar tarafından üretilmiştir.
Bronz topun üretiminin temel ham maddeleri bakır ve kalaydır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden top üretiminin başladığı dönemde bakır Macaristan, İtalya Troller bölgesi, Saksonya ve Bohemya’dan, kalay ise İngiltere, ispanya ve Almanya’dan getirtiliyordu.
İlk fabrikasyon top üretiminde en kaliteli üretimi, daha itinalı ve sabırlı çalışan, yıllarca güneşte kuruttukları ahşap kalıpları kullanan Almanya yapmakta idiler, onları Venedik ustaları takip etmekteydi.
Topun ve ateşli silah teknolojilerinin savaşlar ve uluslar için böylesine önem kazanması top üretiminde ve teknolojisinde hızlı bir gelişme olmuştur. Büyük boyutlu topların kullanım güçlükleri ile atış ve isabet güçlerinin sınırlı olması, küçük çaplı ve boyutlu topları daha çok önemli hale getirmiştir. 1450’lerden sonra Fransızların kullandığı “culverin” adı verilen dana ince ve daha uzun namlulu bronz ve dökme demir topların kullanılmasıyla savaşlara daha etkili ve hızlı olmuştur. Culverin toplarının insan yumruğu büyüklüğünde dökme demir toplar fırlatabilmesi ve bunların kolay taşınır olması meydan savaşlarında topun önemini artırmıştır.
Culver’in toplarının tasarımı arkadan doldurma şeklinde yapılmıştır. Bira bardağı biçimindeki barut haznesine önce barut dolduruluyor, sonunda bu hazne top namlusunun arka bölümüne sıkıca yerleştiriliyordu. Bu yeni sistem sayesinde önceden doldurularak hazırlanan yedek barut hazneleri ile bu toplar, ağızdan dolma toplara daha fazla atış hızına sahip olmuştur. Anca bu sistem yalnız küçük boyutlu toplarda uygulanabilmekteydi. Büyük toplarda uygulanamamışlardır.
XV. yüzyılın ikinci yarısında “ribauldeguin” veya “rabuad” olarak adlandırılan ve piyadelere karşı koyulan çok namlulu silahlar da üretilmeye başlanılmıştır. Anca yapılan denemelerde bu ilkel silahlardan istenilen başarı alınamadığından, bu silahlar o dönemde yaygınlaşmamıştır.
XV. yüzyıl boyunca özellikle Fransa, küçük çaplı top kullanımının öncüsü olmuştur. Fransızlar eski moda ağır topların taş güllerinin kullanmak yerine, en onlar kadar, hatta daha iyi olan dökme demirden basit güller atan orta boy toplar ürettiler.
Top teknolojisindeki bu gelişmelere paralel olarak barut kullanımında da gelişmeler yaşanmıştır. 1420’den itibaren kara barut devri kapanmış, pamuk barutu (nitrogliserin) olarak da bilinen dumansız barut ve daha sonraları da diğer patlayıcılar geliştirilmiştir. Böylelikle güllelerin çok daha uzun menzile ve namlu çıkış hızına ulaşması sağlanmıştır. Yine Fransızlar o güne kadar sabit kundak üzerinde kullanılan topların, kolay bir şekilde bir yerden bir yere nakli konusunda bir yenilik daha yaparak 1470 tarihinden itibaren yeni ürettikleri toplarını çekilecek şekilde kundaklı ve tekerlekli hale getirdiler.
VII. Charles döneminde Fransa da top üretimi oldukça büyük bir ilerleme göstermiştir. Hatta Fransa’nın 1494’te İtalya’yı istila ettiğinde, o tarihe kadar top yapımının en iyi ustaları ve kullanılıcıları olarak kabul edilen İtalyanlar, Fransızların bu ileri top teknolojileri karşısında büyük bir şaşkınlığa uğramışlardır. Fransızlar bu yeni üretilen tekerlekli toplar yardımıyla, İtalya içlerine hatta Napoli’ye kadar girip her yeri yağmaladılar.
Fransızların ürettikleri hafif toplar ve bunların iki tekerlekli kundak üzerindeki hızlı nakledilme özelliği, kısa zamanda diğer Avrupa devletleri tarafından da kullanılmaya başlanması ile Fransızların bu alandaki üstünlüklerinin kısa sürmesine neden olmuştur.
Bu yüzyılda topçuluk alanındaki gelişmeler, özellikle açık arazilerde yapılan savaşların sonucunu, topların belirlediğini ortaya koymaktadır. Ancak ateşli silahlardaki bu gelişmeler, bu silahlara yönelik karşı koyma ve savunma yöntemlerinin de hızla geçişmesine neden olmuştur.
Coğrafi keşiflerle birlikte açık denizlerde belirgin bir Avrupalı üstünlüğü oluşmuştur. Özellikle Portekiz, İspanya, Felemenk cumhuriyetleri (Hollanda, Belçika) ve İngiltere gibi o günün dünya şartlarında küçük fakat askeri bakımdan gelişmiş Avrupa devletleri; bu yeni keşfedilen bölgelerde tutunabilmek ve hâkimiyetlerini sürdürebilmek için askeri stratejik alanda ve silah teknolojilerinde büyük gelişmelere öncülük etmişlerdir.
Avrupa ülkelerinden özellikle Portekiz, XV. Yüzyılın son çeyreğinde top tüccarları açısından eşsiz bir Pazar olmuştu, Portekizlilerin deniz ötesi yayılması ve buralardan edindiği ticari kazançlar, top ihtiyacına dönük talebi arttırıyordu. İç üretimle bu talebi karşılayamadığından, Portekiz kralları, dışarıdan ateşli silahlar ve hatta topçular ve top döküm ustaları getirtmek durumunda kalmışlardır.
Kara ve deniz savaşlarında top kullanımın önemi ve gücü ortaya çıkmaya başlayınca; imparatorlar, kralla ve dükler kişisel olarak topçulukla ilgilenmeye başlamışlardır. Buna paralel olarak da savaş stratejileri ve ateşli silah teknolojileri de bu yönde gelişmiştir.
Ateşli silahlardaki teknolojik gelişim incelendiğinde, öncelikle bu silahların ateşleme sistemleri ve mekanizmalarındaki gelişmeler ile namlu ve mermilerindeki değişimler görülmektedir.
Top başta olmak üzere, ateşli silahların gelişmesinde en önemli etkenlerden biri de Fransa kralı XIV. Louis’nin saldırgan eğilimleri, Rus ramonov ve Avusturya habsburg hanedanlarının yayılmacı siyasetleri, Avrupa’da büyük boyutlu uluslar arası rekabeti yaratmıştır. Bu hanedanlar ve ülkeler arasında gelişmeye başlayan rekabet, askeri strateji ve teknolojilerinin gelişimini olumlu yönde etkilemiştir. Yine bu dönemde Osmanlıların batıya doğru ilerlemelerini durdurma çalışmaları da bu gelişmeleri hızlandırmıştır.
İstanbul’un 1453’te Türkler tarafından ele geçirilmesinin ardından ele geçirilmesinin ardından Avrupalılar için her şey daha da kötüye gitti. Osmanlıların ilerlemesi, daha güçlü ve karşı konulmaz bir biçimde sürüyordu. 1459’da kuzey Sırbistan, 1463-1466’da Bosna-hersek, 1468’den sonra Arnavutluk ele geçirilmişti. Eğri boz, Venediklilerden 1470’te alınmıştı. Cesareti kırılan papa II. Pius, “ufukta iyi olan hiçbir şey görmüyorum” diyordu.
Osmanlıların bu ilerleyişi karşısında Avrupa ülkelerinden, önce Portekizliler ve İspanyollar, daha sonraları da İspanyollar, daha sonraları da Hollandalılar ve İngilizler Avrupa üstünlünün temellerini attılar. Ancak Avrupa XV. Yüzyılda hala Osmanlı tehdidi altındaydı, Osmanlı ilerleyişi zamanla yavaşlatılabiliniyordu. Bunun en önemli nedeni ise özellikle doğu Avrupa devletlerinin askeri teknik açıdan etkin olmayan ağır zırhlı süvarilerine güvenmesiydi.
XV. yüzyıl sonlarında Avrupa devletleri donanmalarında, okyanusu geçmek için yeterli olan üç direkli ve kare seren yelkenli gemiler vardı. Bu gemilerin ilk başlarda sadece pruva ve kıç taraflarında ağır toplar bulunmaktaydı. Daha sonraları alt güverte kısmındaki borda tirizlerine de toplar konuldu. Geminin dengesini bozmasını önlemek için top sayısı kısıtlı ve kalibreleri düşük tutulurdu. XVI. Yüzyılda, alt güvertenin üst güverteden daha geniş inşa edilmesiyle daha fazla ve kalibresi büyük topların alt kısma yerleştireme imkânı oluştu. Bu gelişmeler, Avrupalı devletlerin donanmaların ateş gücünü arttırarak denizlerde üstünlük sağlamalarına neden olmuştur.
XVI. Yüzyıl, topçuluktaki büyük gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Barut ve silah teknolojisinde ardı ardına gelen ilerlemeler artmıştır. Daha 1530’larda tartagila’nın top mermisi yörüngelerinin geometrik biçimleri ve galileo’nun boşlukta balistik hareket ilmi konusundaki çalışmaları topçuluk alanındaki önemli ilk gelişmeler olmuştur.
XVI. Yüzyıl sonları aynı zamanda da topların özellikleri ve aralarındaki kullanım farklılıkları nedeniyle, gemi, sahra, dağ, kale ve kuşatma topları olarak sınıflandırıldığı bir dönem olmuştur.
Yine bu yüzyıldan itibaren, topların üç işlevi üzerinde önemle durulmaktaydı. Bunlarından ilki; ateş gücü ile düşmana en hızlı biçimde en büyük zararı vermekti. İkincisi, şehir surları ve kale duvarlarını yıkmak, üçüncüsü ise denizlerde düşman kalyon ve kadırgalarını ateş gücü ile batırmak ya da etkisiz hale getirmekti. Avrupa’nın o dönemdeki etkin ülkelerindeki top yapım ustaları, ateş gücünü azaltmadan, savaş alanlarında daha hareketli ve daha etkili kullanılabilen toplar üretmek için yoğun bir çalışma içine girmişlerdir.
İngiltere’de 1509-1513’ten itibaren top üretilmekteydi. Ancak gerçek anlamda ilk dökme demirden top 1543’te üretilmiştir. İngiltere kralı VIII. Henry, 1543’te Fransa’ya karşı savaşırken, silahlanmaya ihtiyaç duymuş ve yeni bir teknoloji ile top üretilmesi konusunda çalışmalar başlatmıştır. Bu dönemde yeni geliştirilen tekniklerle dökme demirden toplar üretilmiştir. İngilizlerin ateşleme sırasında parçalanmayan bu yeni döküm topları, o dönemde topçuluk alanındaki en önemli gelişme olmuş ve tüm Avrupa’da yaygın olarak aranır olmuştur. Ancak yine de demir toplar, bronz toplara göre daha geri ve daha tehlikeliydi.
İngiltere’de 1509-1513’ten itibaren üretilen toplar ile 1453’ten sonra üretilen toplar arasında önemli farklar bulunaktaydı. İlk üretilenler kısa ve büyük kalibreli, namlu ile barut yükleme hazneleri ayrı toplardı. 1453’ten sonra üretilen toplar ise küçük kalibreli, daha uzun ve ağırdı. Namlu ile barut yükleme hazneleri ise tek parça idi.
Avrupa’daki çeşitli veraset, din ve mezhep savaşları (1560–1648) ispanya’nın 1574’te askeri açıdan kendi birliklerini yeniden düzenlemek ve silah donamışlarını geliştirme gerekliliğini ortaya çıkarmıştı. İngiltere’den top sipariş edilmesine rağmen kraliçe elizabeth. Katolik ülkelere ihracatı yasakladığı için ispanya’nın bu talebi gerçekleşmemiştir.
XVII. Yüzyılda top üretim tekniklerindeki gelişmeler hızla devam etmiştir. 1660–1760 döneminde nevtoncu bilimle, askeri mühendislik ve topçuluk arasındaki bağlantıya tanık olundu. Demirin daha iyi ergitilmesi, İngiltere’de top dökümhanelerinde bronz toplardan daha hafif demir topların üretilmeye başlanması ve yapılan atış denemelerinde başarılı olunması, bronz topların yüksek maliyetleri ve artan top ihtiyacı, demir topların bu yüzyıldan itibaren gerek kara ve gerekse donanmada hakim olan tek top türü olmasını sağlamıştır.
XVII. Yüzyılda doğudaki gelişmelere baktığımızda, barutu ilk kullananlar olmakla birlikte iç ve dış sorunlarla boğuşan cin’de savaş teknolojileri gelişmemişti, dönemin çin imparatoru, ordu ve donanmanın elden geçirilmesi gereğini düşünerek ülkesine yerleşmiş olan Cizvit misyonerlerinden yeni büyük toplar dökmelerini istemiştir. Yeni toplarla ordu ve donanmasının gücünü artırmasına rağmen yin de devam eden iç meseleler nedeniyle ateşli silah teknolojilerinde ki gelişmeleri takip edememişler ve iki yüzyıl sonra İngilizlerle yaptıkları afyon savaşında civitlerden kalma toplarla İngilizlerin büyük ve uzun mesafeleri toplarına karşı mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Japonya’da ise barutun ölüm ve yıkım getirici bir silah olarak ilk ortaya çıkışı 1543’te Portekizli serüvencilerin ellerindeki arkebüzlerle ülkeye ulaşmalarıyla başlamıştır. Portekizlilerin ülkeye gelişlerinden birkaç yıl sonra Japon kılıç yapıp ustaları tarafından arkebüz ve hafif top imalatına başlanılmıştır. Ancak ülke yönetiminde söz sahibi olan daymiyo adı verilen feodal beyler, Portekizli ve diğer yabancıları ülkeden çıkararak ülkeyi dışa kapadılar. Tüm ateşli silahlar toplatılarak eritildi. Japonların dünyadan soyutlanmaları iki yüz yıl sürdü. Amerikan filosunun 1850’lerde Edo körfezini bombalamasına kadar da devam etti. Amerikalıların o tarihte kullandıkları top mermilerinin boyu bile Japonların eski tip topların boyutundan büyüktü.
XVII. Yüzyıl ortalarında Avrupa’da silah endüstrisi belirgin bir şekilde gelişmişti. Nitelikli ve kullanışlı yeni dökme demir topların ortaya çıkması ve maliyetlerinin göreceli bir şekilde ucuz olması top üretiminin ve ihracatının artmasına yol açmıştır.
XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda özellikle silah teknolojilerindeki gelişmeler; askeri bir devrim kavramını yönlendirmiş, Avrupa’da güç dengelerini değiştirmiş, barut ve ateşli silahların Avrupa tarihine etkilerini göstermiştir. 1742 ve 1753 tarihleri arasında Benjamin Robins ve Leonhard Euler’in balistik alanındaki buluşları, yiv etkisine ilişkin anlayışı geliştirdi.
Toplar genellikle uzak hedeflere yekpare ve namlu çap genişliğine göre de irili ufaklı güleler artmaktaydı. Daha sonra ki gelişmelerle ise ateşlendiği zaman içindeki parçaları çevreye saçan ve toplu hedeflerde öldürücü etki yapan top mermileri kullanılmıştır. Patlayıcı mermiler ise 1650’lerden sonra yaygın olarak kullanılmaya başlanılmıştır. Ancak bunlar havan ve obüs gibi südre gerilerine atış yapabilen silahlarda kullanılmıştır.
XVII. Yüzyılda topçuluk bir zanaattan, öğretilebilen ve öğretilmesi gereken bir bilime dönüşmüştür. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak da 1744’de Napoli’de bir topçu okulu bundan 10 yıl sonra da bir mühendislik akademisi açılarak, ikisi 1769’da reale academia militare, adı ile birleştirilmiştir.
XIX. Yüzyılın ikinci yarısında, doldurulmaları zaman alan ve zahmetli olan ağızdan dolma topların yerine kamadan dolma ve hızlı ateş olanağı sağlayan toplar kullanılmaya başlanmıştır. Ağızdan dolma topların yeniden atış yapabilmesi için doldurma işleminin ancak topun önüne geçilerek yapılabilindiğinden, bu işi yapacak topçu, düşman ateşine açık hedef olmaktaydı. Ayrıca bu topların namlu içleri düz olduğundan ve küre şeklinde güller arttığından menzilleri de kısaydı.
XX. yüzyılda, kamadan dolma, yivli ve setli topların teknolojisinde gelişmeler sağlanarak, bu yeni üretilen topların geri tepmesini önleyecek hidrolik sistemli kundaklar geliştirilmiştir. Bu yeni üretilen toplarda eskiden olduğu gibi artık gülle değil, çekirdek ve kovandan oluşan, isabet, tahrip ve delme gücü çok daha fazla olan top mermileri kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzdeki çağdaş ve son derece gelişmiş teknoloji ürünleri olan toplar; namlu, kundak ve mermilerinde yapılan önemli gelişmelerle de tüm dünya ülkelerinin, ordularının vazgeçilmez silahları araksında yer almaktadır.
Traktörler bügün vaz geçilmez tarım aletlerinin başında gelir ve yapılan işi %80 oranında kısaltır. (latince “trahere”) ; tarla , bahçe , bağ’larda ve şehirlerin parklarında kullanılan tarım aletlerine (pulluk , orak makinası , mibzer , pülverizatör , ekin biçme makinası v.b.) çekicilik yapan kendinden itimli motoru olan kara taşıtıdır.
İçten yanmalı motoru olan ilk traktörü 1892 yılında ABD’de Iowa’lı John Froehlich yapmıştır.
Çalışma ilkesi otomobillerden pek farklı olmamasına karşın yine de karakteristik özellikleri vardır. Yerden oldukça yüksek dingillere oturtulmuş dar kesitli karoser , ön tekerlere oranla çok büyük derin yivleri olan arka tekerlekler en belirgin özellikleridir.
Arka tekerleklerin bu şekli aracın her türlü arazi koşulunda ve yumuşak zeminde patinaj yapmadan ve devrilmeden çalışmasını sağlar. Bazı özel şartlara göre paletli traktörler de vardır. Paletler traktörün ağırlığını daha geniş bir alana yaydıklarından üzerinden geçtiği toprağın sıkışıp kalmasını önler ve traktörün toprağı daha iyi kavramasına yardımcı olur..
İlk çağlardan itibaren insanlar çeşitli malları para yerine kullanmışlardır. İş bölümünün gelişmesiyle birlikte malların mallarla mübadele edilmesi giderek zorlaşmıştır.Takas edilecek malların değerinin birbirine denk olmaması , malı arzedecek kimsenin her zaman bulunmaması , malların bölünebilme özelliklerinin olmaması çeşitli zorluklar ortaya çıkarmıştır.Örneğin bir at ile yirmi ölçek buğday değiştirmek isteyen bir kimsenin bir pazarda aynı malın karşılığında on ölçek buğday veya beş ölçek süt önerisi ile karşılaşması farklı değerlerin oluşmasına neden olmuştur.Zamanla bölgelerin özelliklerine göre bir mal üzerinde anlaşılarak tk bir mübadele değeri oluşturulmaya çalışılmıştır.Değer ölçüsü, fonksiyonu gören bu mala hesap parası denilmiştir. Hesap parasının temsil ettiği malın ödeme aracı olarak kabul edilmesi paralı ekonominin doğmasındaki en önemli etken olmuçtur.Öte yandan bazı malların taşınma ,bölünme ve biriktirme zorluklarının bulunması madenlerin kullanılmasına yol açmıştır. Özellikle altın bakırgümüş gibi metallerin küçük parçalara bölünebilmelerinin yanısıra değer ölçüsü ve biriktirme fonksiyonlarını görmeleri yaygın bir mübadele aracı olarak kullanılmalarını sağlamıştır.
En eski para M.Ö.2900 yıllarında kullanıldığı altın ve gümüş sikkeler olduğu zannedilmektedir.Anadolu'da ise altın ve gümüşün doğal alaşımı olan elektrumdan basılan paralar mübadele aracı olarak dolaşıma girmiştir.Zamanla altın sikkeler dış ticarette ve büyük ödemelerde bakır bronz gibi madenler de ufaklık para olarak küçük ödemelerde kullanılmaya başlanmıştır.İç piyasada en çok kullanılan ödeme aracı ise gümüş olmuştur.18.yy'a kadar para sisteminin temelini teşkil eden gümüş sikkelerin ağırlığı ve ayarı devletçe tespit edilmekteydi. Para değerinin ölçüsü olarak gümüşün kullanıldığı bu dönemlerde altın sikkeler sadece külçe değerleri üzerinden işlem görmüştür.Gümüş ve altın arasındaki değer oranı serbest dalgalanmaya bırakılmıştır.
Devlet sadece kendisine ait veya imtiyaz verdiği darphabelerde basılan gümüş sikkelerin kabülünü zorunlu kılmakla birlikte özel kişilerede tuğra resmi karşılığında ellerindeki külçelerden sikke kestirmek hakkı tanınmıştır. Altın üretiminin zamanla artması gümüşün değerinin istikrarsızlaşması altın sikkelerin de değerinin düşmesine neden olmuş;bir çok ülke gümüş ve metal sistemlerinden vazgeçerek çift metal sistemine veya altın tek metal sistemine geçmiştir. Altın tek metal sisteminde para ölçüsü altın da Darphanelerde özel kişiler sadece altın sikke kesitini bilmiş ,gümüş sikkeler ise devlet tarafından ve devletin tayin ettiği değere göre tedavüle çıkarılmasında Altın sikkeler Birinci Dünya Savaşı’na kadar tedavüld kalmıştır. Çift metal sistemini (bimetalizm) kabul eden ülkelerde ise hem gümüş hem de altın devlet resmi parası olarak kabul edilmiştir.Özel kişiler de iki madenden de sikke kestirmek hakkına sahipti , ödeme güçleri iç piyasada aynı idi.Zamanla altın ve gümüş üretimi arasında dengesizlik ortaya çıktı. İki maden arasındaki parite de bozulmuştur.Özellikle gümüş üretimindeki artış gümüşün değerini para değerinin altına düşürmüştür.Bu durumda gümüşü ucuza alıp darphanede sikke kestirerek ödemlerde kullanmak yaygın hale gelmiş , gümüş sikkeler giderek ortadan kaybolmuştur. 19.yy.’nın ikinci yarısından itibaren çift metal sistemini ayakta tutabilmek için bazı önlemler alınmaya başlanmıştır.Örneğin gümüş sikkelerin değeri düşürülmüş ve serbestçe bastırılması durdurulmuştur. Ayrıca küçük birimli gümüş sikkelere kabul haddi tayin edilmiş , kısaca gümüşün para ölçüsü olarak gördüğü fonksiyonlar sınırlandırılmıştır.Sonuç olarak da ortaya topal mikyas adı verilen sistem ortaya çıkmıştır. Madeni para sistemleri yaygın bir şekilde uygulanırken 17.yy’dan itibaren temsili paraların da tedavül etmeye başladığı göze çarpmaktadır.Aslında madeni sikkelerin yerini tutmak üzere çıkarılan temsili paralara eski çağlarda dahi rastlanmaktadır.
Bununla beraber ,çağdaş banknot sistemlerine öncü sayılabilecek ilk para İngiltere’de 17.yy.’da değerli madenleri muhafaza eden sarrafların tevdiat sahiplerine verdikleri makbuzlardır.Goldsmith’s notes adı verilen bu makbuz hamilleri ,üzerinde yazılı değerde altın veya gümüş külçe almak hakkına sahiptirler.Zamanla bu makbuzlar para gibi tedavül etmeye başlamıştır.Daha sonra sarraflar kendilerine tevdi edilen değerli madenlerin özellikle altının hepsinin aynı anda çekilmediğini farketmişlerdir.Bunun üzerin kendilerine ait olmayan bu aştın stokunun bir kısmını kasa karşılığı olarak tutmuşlar ,geri kalanını ihtiyaç sahiplerine faiz karşılığı borç olarak vermişlerdir.Daha ileri bir safhada ikrazda bulundukları kimselere altın sikke yerine artık banknot adı verilen temsili paraları vermeye başlamışlardır.Sarraflar bir ara açtıkları kredileri ödeme imkanlarının üstüne çıkarmışlar ve mevduat sahiplerini zarara sokmaya başlamışlardır.Bunun üzerine 17.yy’nın sonlarıda faaliyetleri durdurulmuş fakat bu sefer de aynı nitelikleri taşıyan bankalar kurulmuştur.Altın sikke sistemine güvenin azalmaı ve uluslar arası ticarette aracı kurumlara ihtiyaç duyulması banka sistemine uygun hale getitmiştir.Fakat bankalarda banknot ihracı yetkilerini kötüye kullanmışlardır.Nihayet 19.yy.’nın başlarından itibaren banknot hacminin kontrolüne gidilmiştir. Altın standardı veya çift maden sisteminde banknotların madeni karşılığında emisyon kurumu kefil olmuştur.
Banknotlar emisyon kurumuna ibraz edildiğinde karşılıkları olan değerli madenin ödenmesine konvertibilite denir.Uygulamada üç türlü konvertibilite esası altın sikke sistemidir. Bu sistemde madeni paralar ve banknotlar hukuken eşit ödeme kabiliyetine sahip olmuşlardır. Altın külçe sisteminde ise altın sikkeler tedavülden kaldırılmış ve yurt içi ödemeler temsili paralarla yapılmıştır. Konvertibilite esası yalnız yüksek meblağlar için uygulanmıştır. Altın külçe sistemi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir ara bazı Avrupa ülkelerinde tatbik edilmiştir. Tedavül hacmini karşılayabilecek kadar geniş altın stokuna sahip olamayan ülkelerde ulusal para ile altın arasındaki bağ altın standardına bağlı dövizler yardımı ile kurulmuştur. Altın kambiyo sistemi adı verilen bu sistemde emisyon kurunun çıkardığı banknotların altın sikke ve altın külçe konvertibilitesi tanınmamıştır. Ancak yurt dışına ödeme yapmak isteyenler altın standardına bağlı yabancı paraları serbestçe elde edebilmişlerdir. Adı geçen sistemi 19. yy sonlarında Rusya uygulamış ve rubleyi altına bağlarken Alman markını esas olarak almıştır. Banknot ihracının kontrolünde başlıca iki görüş ileri sürülmüştür. Otomatik altın standardı teoreminin kurucusu olan İngiliz İktisatçısı D.Ricardo işlemesi için tedavül prensibini savunmuştur.
Bu prensibe göre banknot miktarı sıkı bir şekilde altın sikke miktarına bağlanıyordu. Diğer bir deyişle çıkartılan her banknotun tam altın karşılığı bulunması gerekmekteydi. Para arzına elastiklik kazandırmak amacını güden diğer prensip banka prensibi adını taşır. Emisyon sorununu para talebi açısından ekle alan banka prensibine göre tedavüldeki sınırı altın sikke miktarının artık çok genişlemiş olan ticaret hacmine intibak etmesi güçtür; şu halde para arzına elastiklik kazandırmak için bankalara ihracı konusunda serbestlik tanımalıydı. Her iki prensipten de asgari altın ankes sisteminde banknotun belirli oranında minimum altın sikke karlığı bulundurmak zorunluydu. 19. yy boyunca özellikle savaş dönemlerinde halkın elindeki banknotları altın sikkeye çevirme eğilimi artmıştır. Merkez bankaları altına çevirme taleplerini karşılayamaz hale gelmiş ve banknotların altına çevrilebilme kabiliyetini geçici bir süre kaldırarak kağıt para rejimine geçilmiştir. Kağıt para rejiminde devlet ve ya merkez bankası tarafından çıkarılan paraların altına çevrilebilme imkanları yoktur. Bununla beraber kağıt para sistemi devamlı olamamış ve ekonomik durum düzeldikçe yeniden altın sikke sistemine dönülmüştür. Aynı tecrübeler Birinci Dünya Savaşı sırasında geçirilmiş ve nihayet 1929 Büyük Dünya Buhranından sonra devamlı olarak kağıt para rejimine geçilmiştir. Kağıt paranın altına çevrilebilme kabiliyeti yoktur. Bununla beraber bu gün kağıt para yerine banknot denmektedir. Kağıt paranın altına çevrilme özelliğinin bulunmaması para arzına geniş bir elastiklik kazandırmıştır. Bu elastikliği saesinde adı geçen sistem para arzını bir ekonomi politikası aleti olarak kullanılmasını sağlamıştır. Kağıt para rejiminin uygulanmasıyla altının ödeme aracı fonksiyonu tamamen ortadan kalkmış değildir. Özellikle uluslar arası ödemelerde bu fonksiyon önemini muhafaza etmektedir.
1940'ların sonunda bir lisansüstü öğrencisi olan ABDli Bernard Silver, öğrenim gördüğü Drexel Teknoloji Enstitüsü'ne gelen bir market zinciri sahibinin kasada tüm ürün bilgilerini otomatik kaydedecek bir sistem geliştirilmesini istediğini, ama enstitünün konuyla ilgilenmediğini gördü. Bu fikir Silver'in ilgisini çekti ve doktora öğrencisi olan arkadaşı ABDli Norman Woodland'a bundan söz etti. Konu üzerinde birlikte çalışmaya başladılar.
Akıllarına ilkin, kızılötesi ışığın altında parlayacak floresan mürekkeple oluşturulacak desenleri kullanmak geldi ama bunun çok kullanışsız ve yüksek maliyetli olduğu ortaya çıktı. Ardından Norman Woodland, Morse kodu ilkesiyle çalışan ve tarayıcıya okutulabilecek bir etiket düşündü. Mors kodundan tek farkı, noktalar yerine inceli kalınlı çizgiler kullanılması olacaktı.
Barkodun henüz oluşum aşamasında ortaya atılan bu görüş modern barkod fikrine çok yakındı ama Woodland ve Silver bu durumda çizgileri tarayıcıya okutmanın çok güç olacağı düşüncesiyle fikri daha da geliştirdiler; 1949'da hedef tahtasındakine benzer iç içe geçmiş halkalar şeklinde bir veri kodu için patent başvurusu yaptılar. Böylece tarayıcının barkoda paralel tutulması zorunluluğu ortadan kalkacaktı. Günümüzün lazerli okuyucuları bu sorunu, etiketi aynı anda birkaç yönden birden tarayarak aşar.
Bunun ardından, tarayıcılarının prototipini yaptılar; prototip, okumakta olduğu kodları yakıp kül etmeden önce fikrin işe yaradığını gösterecekti. Woodland o dönemde IBM firmasında çalışıyordu ve firma iki kez patent haklarını satın alma önerisi yaptı. Sonunda patent hakkını 1962'de Philco firması aldı ve sonra RCA firmasına sattı. 1970'lerde hâla IBM firmasında çalışmakta olan Woodland, ABDli George Laurer ile birlikte Evrensel Ürün Kodu olarak bilinen ve 1973'te onaylanan 12 basamaklı karmaşık kodu geliştirdi. Ertesi yıl, 26 Haziran 1974 günü sabah 08.01'de, ABD'nin Ohio eyaletinde bulunan Troy şehrindeki Marsh Süpermarket'in kasasında işlenen bir paket sakız, dünyada barkodla satılan ilk ürün oldu.
6 Ağustos 1945 tarihinde yerel saatle 08.15'te Hiroşima üzerineüç gün sonra da 9 Ağustos'ta Nagasaki şehrine atılarak 100. 000 den fazla insanın ölmesine yol açan 2. Dünya Savaşını kesin bir şekilde sonuçlandıran atom bombalarının yapılmasıyla ilgili çalışmaların tarihi hayli eskilere kadar uzanır.
1896 yılında Henri Becquerel adındaki bir Fransız bilim adamıbazı atomların ayrılıp dağılması sonucu meydana gelen radyoaktiviteyi keşfetmişti. Aynı çıkış noktasına dayanarak deneysel çalışmalar yapan Marie ve Pierre Curieradyum ve polonyum adını taşıyan radyoaktif iki eleman buldular.
Einstein (Aynştayn)'ın 1905 yılında ortaya koyduğu bir formül atomların çekirdeğindeki dev enerjiyi bilimsel bir gerçeklikle açıklamış oldu. Bilginlerin bu alandaki çalışmaları büsbütün yoğunlaştı. 1938 yılında Hahn ve Strassmann adında iki Alman bilginiuzun çalışmalar sonucu uranyum atomunu parçalamayı basardılar. Aradan geçen zaman içinde 2. Dünya Savaşı patlak vermişti. Gerek Müttefiklergerekse Almanya
hasımlarından daha önce davranarak atom bombasını gerçekleştirmek çabası içindeydi. Amerika Hükümeti bu konudaki çalışmaları 1939 yılında büsbütün hızlandırdı. Aynı yıl içinde Başkan Franklin D. Rosevelt'le görüşen bilim adamları bir atom bombasının yapımı tasarısını açıkladılar. Ertesi yıl bu konudaki çalışmalar için büyük ölçüde ödenek ayrılmıştı. Öte yanda Almanlar da hızlı bir çalışmayla aynı hedefe ulaşmak çabası içindeydiler.
Uranyumun U-235 isotopu ve atomların "zincirleme parçalanması" işlemi için gerekli "kritik kütle" diye tanımlanan miktarın bir araya getirilebilmesi Amerika Birleşik Devletleri'nin 5 yıl sonra ilk atom bombasını gerçekleştirmesini sağladı. 1945 yılının 16 Temmuz günü Amerika'nın New Mexi-co (Yeni Meksika eyaletindeki Alamogordo hava üssü yakınlarında patlattığı ilk atom bombasıyla 16 kilometre ötede bulunan dağlar aydınlandı. Ateşten bir top 12. 000 metreye kadar yükseldi. Ardından mantar biçimi bir duman sütunu oluştu. Bombanın üzerinde patlatıldığı çelik kule eriyip yok olmuştu.
Atom bombasının patlaması esnasında meydana gelen ısı uranyum elemanını basıncı çok yüksek bir gaz haline dönüştürür. Patlama anında kütlenin iç yapısındaki ısı 100.000. 000 (yüz milyon dereceyi) bulur. Ardındanbunları tutan maden ceket parçalanır.
Amerika'dan sonra 1949 yılında Ruslar 1952'de de İngilizler ilk atom bombalarını patlattılar. Böylecedünya tarihinin en korkunç ve en etkili silahı doğmuştu.
Dünyada sualtı solunum cihazları, ilk kez İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa'da, kaptan Jacques Cousteau tarafından geliştirildi. Cousteau, Fransız Donanması'nda görev yaparken, sualtında uzun süre kalabilmenin
çarelerini araştırıyordu. Sualtında, her on metrede, basınç bir atmosfer yükseliyordu. Her hangi bir derinlikte, ciğerlerin içindeki ve dışındaki basınç, birbirine denk olmazsa, dalgıcı ölümcül tehlikeler bekliyor ve vurgun yemesine sebep oluyordu.
1942 yılında Cousteau, mühendis arkadaşı Emile Gagnan'la birlikte yeni bir yöntem geliştirdi. Bu yöntemle, suyun derinliği de hesap edilerek, dalgıcın istemine göre, otomatik olarak ciğerlere hava pompalanıyordu. Aygıt, son derece basitti ve sudaki ağırlığı, yok denecek kadar azdı. Savaş sona ermeden önce, bu aygıtı kullanan kurbağa adamlar, düşman gemilerine büyük zararlar verdiler. Günümüzdeki sualtı solunum aygıtları, askeri, ticari ve sportif amaçlarla geniş ölçüde kullanılmaktadır.
Parfüm olmadan önce eski zamanlarda kokulu tütsü ve yağlar büyücülerin, sihirbazların ve din adamlarının güçlerini simgelerdi. Fakat orta Çağ hastalıklarından korunmak için insanlar temizliğin önemini anlayınca, sabun ve koku kullanmaya başladılar ve bu hızla yaygınlaşmaya başladı. 1390′da sedir ağacı, biberiye, terebentin ve alkolden üretilen ünlü “Macar kolonyası” doğdu. Rönesans döneminde ise koku kullanımı çılgınlığa dönüştü ve zenginliğin simgesi halini aldı. Yelpazeler, peruklar, mücevherler. biblolar, elbiseler her şey parfümlenmeye başladı. Aynı dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu da bu gelişmelerden etkilendi. Haremdeki gözdeler de padişahın huzuruna çıkmadan önce vücutlarını zencefil ve hoş kokulu otlarla ovuyorlardı. Eski Mısır’da da parfüm kullanımı zenginliğin bir simgesi haline gelmişti. Zenginlerin mumyalarına öteki yaşamında hoşluk olsun diye türlü kokular katıldı. Eski Yunan’da da savaş kahramanlarının adeleleri ‘kafuru’ ile ısıtılıyordu. Kadınlar da vücutlarını aromatik esanslarla ovuyorlardı. Kokularla haşır neşir olunan Roma İmparatorluğu döneminde ise koku kullanımı oldukça yaygındı ve “Per fumum” sözcüğü tüm kokuları ifade ediyordu.
PARFÜMÜN TARİHÇESİ:
Parfüm, latince, kokulu duman anlamına gelen “perfumum” kelimesinden geliyor. Tarihi ise oldukça eski:
Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce, Mısırlılar güneş tanrıları Râ için güneşin doğuşundan batışına dek kokulu otlar yakarlardı.
Ölülerini ise kokulu yağlar kullanarak mumyalar, mezarlarına parfüm şişeleri ve kokulu kremler koyarlardı. Nitekim, yapılan kazılarda Mısır Firavunu Tutankhamon’un mezarından parfüm şişeleri ve krem vazoları çıkarıldı. Mısırlılar günlük hayatlarında ise kokulu yağlar ve pomatlar kullanırdı. Bunlar içinde en çok tercih ettikleri “kyphi” adını verdikleri kokulu bir yağdı. Kyphi, bal, şarap, pirinç, mersin çiçeği, safran, katırtırnağı ve ardıç özlerinden oluşan bir karışımdı. Nefertiti yasemin banyosu yapar, banyodan sonra vücuduna sandal ağacı, amber ve ender rastlanan çiçek özleri sürerdi.
Çağdaş niteliklere sahip ve bilinen ilk parfüm 14. yüzyılda, 1370 yılında yapıldı ve güzelliğiyle ünlü Macar kraliçesine atfedildi. Esans ve biberiye yağı ile alkol karışımından elde edilmiş, lavanta yağı ile zenginleştirilmiş bu karışıma özel bir isim verilmesi de unutulmamıştı: “Macar Suyu”.
16. yüzyılda cam sanatının ilerlemesiyle birlikte parfümün gelişme süreci de hızlandı. O yıllarda parfümün en çok üretilip tüketildiği ülke Fransa idi. Fakat parfümün vücuda sürülmesinin hastalıklara neden olacağı düşünülür, parfüm sadece pis kokuları maskelemek için kullanılırdı. Bu nedenle giysiler, eldivenler, mendiller, hatta mücevherler bile parfümlenirdi.
17. ve 18. yüzyıllarda, parfüm endüstrisi oldukça gelişti. Özellikle Fransa'nın Grasse bölgesi parfüm endüstrisinin kalbi, merkezi haline geldi.
20. yüzyılda parfümler muhteşem şişeleriyle birer sanat eseri halini aldı. Parfümler vücut kokularını bastırmak için değil, kişiliklerin altını çizmek için kullanılmaya başlandı ve çağdaş yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline geldi.
Zeplinler havacılık tarihinin en büyük ulaşım araçlarından birisiydi. Havacılık tarihine geçen en büyük zeplin olarak LZ-129 Hindenburg Zeplinini örnek verebiliriz. Bu zeplinin boyu 305 metre çağı ise 41 metre boyutlarındaydı. Bu boyuta sahip bir zeplin tam 3 adet jumbo jet uzunluğuna sahipti. Ayrıca Titanic gemisinden bile 20 metre daha fazla uzunluğa sahipti. 20. yüzyılda kara,deniz ve hava sektöründe yaşanan teknolojik gelişmelerle yüzyılın en ilginç buluşlarından birisi hiç şüphesiz zeplindi. Zeplinleri Alman bilim adamı Von Zeppel icat ederek kendi adını vermiştir. Zeplinleri hava gemileri olarak tabir etmemiz yerinde olacaktır. Mongolfier kardeşlerin icat ettiği balonlarla aynı mantığı taşıyan zeplinler, balonlardan farklı olarak daha fazla yolcuyu daha uzak mesafelere konforlu ve hızlı bir şekilde götürmeyi amaçlıyordu.
Zeplinler özellikle Nazi Almanya’sında ciddi anlamda propaganda aracı olmuştur. Dr. Hugo Eckener, daha önceki yıllarda hiç yapılmamış devasa bir zeplin inşa etmek için işe koyulur. Zeplin adını ünlü Alman mareşali olan Hinderburg’dan alır. Hinderburg o tarihe kadar insanlar tarafından yapılmış en büyük ulaşım vasıtasıydı. Eckener zeplini yaptıktan sonra için güvenli olması bakımından helyumla doldurmayı düşünüyordur. Bu büyük zeplinin üretildiği yıllarda Amerika en büyük helyum üreticisi konumundaydı. Amerika, Almanya’ya helyum gazını vermeyi reddeder ve Eckener’in bu planı suya düşer. Hildenburg son seferini 3 Mayıs 1937 yılında yapmıştır. Frankfurt’tan New Jersey doğru havalanan zeplin, Manhattan üzerindeyken inişe geçerken olumsuz hava koşulları ile karşılaşır. Tam iniş esnasında yaşanan patlamada yere çakılan Hildenburg’un gövdesi yanar. Toplam 35 kişi yanarak can verir. Bu olayla birlikte Almanlar olayın sabotaj olduğunu iddia eden söylemler ortaya atsa bu kazanın kesin nedeni hiçbir zaman bilinmez. Yaşanan bu kötü olaydan sonra zepline duyulan güven azalır ve zeplinler tarihin sayfalarından silinir, sadece fotoğrafları kalır.
Newton'un 3. hareket yasası olarak adlandırılan tezinin hayata geçirilmesi için yüzyıllarca bilimadamları tarafından uğraşıldı. Yasanın temeli her etkinin aynı büyüklükte ve ters yönde bir tepki doğuracağıydı. Bu temele dayanarak herhangi bir aracın arkasından püskürtülen gaz veya bir sıvının aracı ters yöne hareket ettirmesi gerekiyordu. İlk buharlı jet motoru 1781 yılında bulundu ve bir gemide kullanıldı. Tabi ki bu asıl devrim değildi, sadece bir önhazırlık niteliğindeydi. Frank Whittle gerçektende çok büyük bir başarıya imza atarak bir icat geliştirdi ancak uzun yıllar kabul görmedi.
İngiltere'de yaşayan Whittle 1928 yılında uçakların uçmasını sağllayan içten yanmalı motorlar yerine gaz türbini ya da jet tahriki gibi sistemler üzerine bir makale yayınladı. Aradan geçen 1 yıl gibi kısa bir sürede de bu iki fikrinin birleşiminden oluşan jet motoruna güç verilmesi için gaz türbinini kullandı. İcat ettiği ilk turbojet motoru için 1928 yılının Ocak ayında bir patent başvurusu yaptı ve 1931 yılında başvurusu onaylandı.Gerek maddi sıkıntılar gerekse cesaretsizlik nedeni ile 1936 yılına kadar hiçbir atılım gerçekleştirmedi ancak 1937'de bir prototip üretip 12 Nisan'da halka tanıttı.İngiltere'de Whittle sayesinde 1941 yılında Gloster-Whittle E 28/39'u havalandırdılar.
Tüm bunlara rağmen dünyanın ilk turbojet uçağı bu değildi. Almanya'da yaşayan Hans Von Ohain adındaki mucit 1933 yılından beri jet motorları üzerinde çalışmaktaydı ve 1934 yılında yaptığı turbojet motoru için patent almıştı.1939 yılında ise Heinkel He 118'in alt kısmına yerleştirilen jet motoru ile deneme uçuşu yapmışlar ve 3 gün sonra resmi uçuşlarını gerçekleştirmişlerdi.
Whittle ve Ohain birbirlerinden habersizce buluşları üzerinde çalışmışlardı. Her ikisininde Amerika'ya göç etmesi 1987 yılında ortak bir çalışmaya imza atmalarının başlangıcı olacaktı. ABD havacılık ve Uzay Müzesi tarafında her ikiside ödüle layık görüldü.
Aspirin, keşfedildiği günden bu yana tıp dünyasında şaşkınlık yaratıyor. Her geçen gün yeni bir hastalığa iyi geldiği belirlenen 108 yıllık Aspirin’in gerçek öyküsü daha eski: Aspirin, tam 3 bin 500 yıl önceye kadar gidiyor.
Tıp tarihçileri 1897 yılını Aspirin’in doğum yılı olarak gösteriyor ancak, insanlık tarihinin en iyi bilinen ilacının coşkulu öyküsü 3 bin 500 yıl önce başladı. Yazılı kayıtlara göre M.Ö. 2’nci yüzyılda romatizma ve sırt ağrısı için kurutulmuş mersin ağacı yapraklarından enfüzyon yapılması tavsiye ediliyordu. Bin yıl sonra tıbbın babası Hipokrat ateş ve ağrı için reçetesine söğüt ağacı kabuğundan ekstre edilen suyu yazdı. Bu, suda bulunan ve ağrıyı hafifleten madde salisilik asitti. Orta çağda doktorlar Hipokrat’ın bu tedavisini unuttu ancak halk söğüdü seviyordu. Bitkilere meraklı otacı kadınlar, söğütlerin kabuklarını toplar, kaynatır, ağrı ve ateşten şikayeti olanlara verirlerdi.
MELON ŞAPKALI KİMYAGER
Suskun dönem, 1763’e kadar sürdü. Bu tarihten sonra söğütten elde edilen salisilik asit etkin maddeli ilaçlar yazıldı hastalara. Ancak tadı acı, yan etkileri ağırdı. Ağrılara iyi geliyor ancak kokusu ve yan etkileri daha da hasta ediyordu.
Bu dertten mustarip biri de Bayer’de çalışan bilim adamı Dr. Felix Hoffmann’in babasıydı. Romatoid artrit (eklemlerin iç yüzlerini etkileyen iltihabi bir hastalık) yüzünden salisilik asitli ilaçlar kullanan baba Hoffmann yatalak olmuştu. Dr. Hoffmann, tıp tarihinin en büyük buluşunu, babasının acılarını dindirmek için yaptı; salisilik asiti, asetilsalisilik asite (ASA) çevirdi. Bayer, iki yıl sonra 20’nci yüzyılın evrensel iksiri olarak adlandırılacak Aspirin’i üretmeye başladı. Aspirin yoksulların satın alacağı kadar ucuz ve kolay bulunan bir ilaç oldu. İnsanları grip salgınlarından korudu. Ağrı kesici deyince akla Aspirin geldi.
Harika ilaç, 1971’e kadar bir sır olarak kaldı. Aspirin’i herkes biliyor ama kimse anlamıyordu; vücuda etkisi hiç bilinmiyordu. Aspirin’in ağrıyı nasıl etkilediğini Prof. John R. Vane buldu. Bu Vane’e Nobel Ödülü ile Sir unvanı kazandırdı.
Tıp bilimi doğal iyileşme sürecini desteklemek ve hastanın ağrısını gidermek için tedavi uygulamaktan oluşmaktaydı. Ateşi düşürmek, iltihabı iyileştirmek ve ağrıyı azaltmak ya da ortadan kaldırmak için prostaglandinlerin üretimini önlemek gerekiyordu.
Aspirin’in yaptığı tam da buydu işte. Bu bulgu, Aspirin üzerine yapılan araştırmaları tetikledi. Bugün yılda 500 Aspirin araştırması yayınlanıyor. Araştırmalar ağrıya ve soğuk algınlığına iyi geldiği bilinen ilacın her geçen gün başka bir etkisini ortaya çıkarıyor.
Uzun yıllar boyunca insanlar hesap makinasını Blaise Pascal'ın icat ettiğini düşündüler. Aslında ilk icadı onun yapmadığı, ondan 18 yıl önce hesap yapan bir saat icad eden Wilhelm Schickard'ın yaptığı ortaya çıktı. Alman tarihçi Franz Hammer tarafından bu konuda pekçok belge bulundu. Schickard'ın icadı daha önce bulunmasına karşın Pascal'ın icadından daha gelişmiş özelliklere sahipti. Toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemlerini aynı anda yapabiliyordu.1957 yılında belgeler ortaya çıkarıldı ve hesap makinasının gerçek mucidi olarak Schickard tarihe adını yazdırdı..
1820 yılınca Charles Xavier Thomas de Colmar Fransa'da ilk ticari hesap makinasını üretti. Günümüzde kullanılan hesap makinaları o zamanlar kullanılanlardan çok farklıdır. Mekanik sistemler yerine günümüzde mikroişlemcili hesaplayıcılar kullanılıyor.Mikroişlemcinin mucidi olan Jack Kilby bu işlemcileri kullanarak elektronik hesap makinalarını piyasaya sürdü. 1967 yılında ise birkaç arkadaşı ile birlikte ilk portatif hesap makinasını tanıttılar. Kilby ve Japon firması olan Canon 3 yıl sonra ilk ticari cebe sığan hesap makinalarını piyasaya sürdüler. Cebe sığacak kadar küçük olan bu cihazlara Pocketronic ismini vermişlerdi.
Clive Sinclair İngiltere'de 1972 yılında Sinclair Executive adında bir hesap makinası icat etti. Pocketronic'ten daha küçük ebatlardaydı. Bazıları ilk cebe sığan hesap makinası olarak bunu kabul ediyorlar. İki cihaz arasında teknik farklılıklar vardı. Sinclair sonuçları LED bir ekranda gösteriyordu ancak Pocketronic ısıya duyarlı kağıda yansıtıyordu.
Yunanlıların bu inancına rağmen, atomu onların keşfettiğini söyleyemeyiz. Her şeyden önce, Yunanlıların bu konudaki inancı bilimsel olmaktan uzaktı. Bilimsel deney ve gözlemlere dayanmıyor,onlarla desteklenmiyordu.
Bildiğimiz anlamda atom,bilimsel gözlemler, kuramlar sonucu öğrenilmiştir. 19. yüzyılın başlangıcına kadar, maddenin ve cevherinin (özünün)yapısı hakkında sadece filozofların öğretileri vardı. Sonra John Dalton adında bir İngiliz kimyacı ve matematikçi,ilk kez bilimsel atom kuramından (teorisinden) söz etti. Yıl 1803 de
John Dalton dikkatli bir deneyciydi.Çeşitli gazlardan aldığı örnekleri tarttı ve ağırlıklarının farklı olduğunu gördü. Gazların da, katı cisimler ve sıvılar gibi inanılmaz küçüklükte zerreciklerden oluştuğunu keşfetti. Bu küçük zerrecikleri “atom” diye adlandırdı. Dalton değişik elemanların atomlarının değişik özelliklerde ve farklı ağırlıklara sahip olduğunu açıkladığı zaman, atomla ilgili açıklama ve çalışmalar bilimsel bir nitelik kazanmış sayılırdı.
Buna rağmen,bir atomun tam anlamıyla ne olduğu ve fonksiyonları hâlâ gereğince açıklanmamıştı. Hemen hemen yüz yıl sonra,Ernest Rutherford adındaki başka bir İngiliz,güneş sistemine benzer, onunla kıyaslanabilecek bir tanımlama yaptı. Merkezde pozitif elektrik yüklü bir çekirdek (nükleus) ve bunun çevresinde yer almış olan negatif elektrik yüklü elektronlara ilişkin açıklamalarda bulundu.
Bugün,bilim adamları atomun elektronlar,protonlar,nötronlar,positronlar,nötrinonlar,mesonlar ve hiperonlardan meydana geldiğine inanmaktadırlar. Gerçekte, atomun göbeğinde 20 den fazla ayrı zerrecik bulmuşlardır. Gene de,atomun her şeyi izah edebilecek,buna yardımcı olacak bir tek tam resminin bulunmadığını özellikle belirtelim.
Archimedes neyi bulmuştu? Neyin coşkusu içindeydi?
Bu soruyu yanıtlamaya geçmeden kısaca Archimedes'i, yaşadığı dönemi tanıyalım.
Grek kökenli bir aileden gelen Archimedes, Sicilya'nın Siraküz kentinde doğdu. Babası tanınmış bir astronomdu. Öğrenimini, dönemin bilim merkezi olan İskenderiye'de tamamladı; Euclid geometrisi onu nerdeyse büyülemişti. Siraküz'e döndükten sonra tüm yaşamını matematik ve bilimsel çalışmalara verdi.
Archimedes'in dikkat çeken bir özelliği çok yanlı bir araştırmacı olmasıydı: ilgi alanı kuramsal matematikten uygulamalı fizik ve savaş mühendisliğine uzanan çeşitli alanları kapsıyordu. Bilimsel kişiliğinde göz alıcı teknisyen becerisiyle üstün matematik yeteneğinin birleştiğini görmekteyiz. Ama ilgi odağında öncelikle koni kesitleri, hidrostatik ve dengeye ilişkin kuramsal sorunlar yer alıyordu. Problem çözme büyük tutkusuydu. Söylentiye göre, kumsalda bir geometri problemi üzerinde uğraşırken kendisine yaklaşan Romalı askerlerin farkına varmaz, saldırıya uğrayarak yaşamını yitirir.
Sorumuza dönelim: Archimedes neyin heyecanıyla kendim sokağa atmıştı? Ayrıntıya girmeden yanıtı bir cümlede verelim: fizikte şimdi "Archimedes ilkesi" diye bilinen bir doğa yasasını bulmanın heyecanıyla!
Hikâyeyi hemen herkes bilir: Siraküz'ün despot kralı Hiero, ölümsüz Tanrılar tapınağına konmak üzere kentin tanınmış kuyumcusuna som altından bir taç yapması emrini verir. Kuyumcu, kralın sağladığı altın ağırlığındaki tacı zamanında tamamlar, teslim eder. Ne var ki, kimi söylentiler kralı, tacın yapısına gümüş karıştırıldığı kuşkusuna düşürür. Kral gerçeği öğrenmek ister.
Daha o zaman her maddenin kendine özgü bir ağırlığı olduğu, örneğin, bir altın parçasının aynı büyüklükteki gümüş parçasından daha ağır çektiği biliniyordu. Ne ki, kralın elinde aynı biçim ve büyüklükte saf altından başka bir taç yoktu ki, ağırlık mukayesesi yapabilsin. Bilinen tek seçenek tacı eritip küp biçiminde dökmek, aynı büyüklükteki küp altınla terazide tartmaktı. Ama bu çözüm, uzun emek ve ince bir ustalıkla işlenmiş olan tacı yok etmek demekti. Sorun, tacı bozmaksızın kullanılan altın miktarını belirleyebilmekti. Buyurgan kral çaresizdi; ama aptal değildi. Sonunda bilime başvurma gereğini anlar, sorunun çözümünü Archimedes'den ister.
Hikâyede, Archimedes'in çözüm arayışında düşünsel düzeyde nasıl bir uğraş verdiğinden söz edilmiyor; sadece, banyo küvetine ayak attığında çözümün bir anda aklına nasıl geldiği vurgulanıyor. Archimedes küvete ayak atınca su düzeyinin yükseldiğini fark eder, oturunca suyun taştığını görür ve hemen suya daldırılan bir nesnenin oylumunun, yapısal biçimi ne olursa olsun, taşırdığı suyun oylumu ile belirlenebileceğini anlar. Öyleyse yapacağı şey basitti: suyla dolu bir kaba tacı daldırmak, oylumu taşan suyun oylumuna denk altın parçasıyla tacı tartmak! Deney tacın saf altın olmadığını ortaya çıkarır; kurnaz usta suçunu yaşamıyla öder sonunda.
Hikâye bu. Gelelim olayın bizi ilgilendiren yönüne.
İlk bakışta, pratik düzeyde sıradan görünen bu buluş, aslında, bilimsel yöntemin işleyişini gösteren ilginç bir örnektir. Araştırmacı çözüm isteyen bir sorunla karşı karşıyadır. Sorun, ne salt mantıksal düşünmeyle çözümü verilebilecek matematiksel türden, ne de klasik Grek filozoflarının yönelik olduğu metafiziksel türden bir sorundu. Sorun, çözümü gözlem ve gözleme dayanan düşünce (hipotez) gerektiren bir sorundu. Tacın som altından olup olmadığı sorusuyla küvetteki su düzeyinin değişmesi gözleminin ilişkisi ne olabilirdi?
Küvete girildiğinde su düzeyinin değiştiğini fark etmek bir gözlemdir. Olasıdır ki, Archimedes'den önce de pek çok kimsenin gözünden kaçmamıştır bu olay. Ama Archimedes'e gelinceye dek hiç kimsenin gözlem konusu bu olayla herhangi bir nesnenin maddesel niteliği arasında ilişki kurduğunu bilmiyoruz. Bir araştırmacıya üstün bilim adamı kimliği kazandıran şey (buna ister sezgi, ister yaratıcı zekâ, ister deha diyelim) işte sıradan kimselere kapalı kalan bu türden bir ilişkiyi kurabilmektir.
Archimedes'in aynı soruna ilişkin bir başka gözlemi daha vardır: küvete oturduğunda, su düzeyindeki yükselmenin yanı sıra gövde ağırlığında hissettiği hafifleme. Bu ikinci gözlem onu, sonucu bakımından çok daha önemli yeni bir ilişki kurmaya götürür: hafiflemenin taşan suyun ağırlığına eşit olması. Bu demektir ki, sudan daha yoğun bir nesne, suya daldırıldığında, taşırdığı suyun ağırlığınca ağırlığından yitirir. "Archimedes ilkesi" denen bu ilişki hidrostatik diye bilinen fizik dalının temel taşıdır. Ne ki, iş bu kadarla kalmaz: Archimedes hidrostatiğin temelini attığı gibi fiziğin ana dalı mekaniğin de temelini atar.
Kaldıraç, pratik yararı çok eskiden bilmen, çeşitli uygulama alanları olan bir ilkeye dayanır. Helenist dönemden 2000 yıl öncesine uzanan Asur ve Mısır uygarlıklarına ait pek çok yapı ve yontularda ilkenin örneklendiği görülmektedir. Archimedes'in yaptığı ilkeyi teorik yönden temellendirmek olmuştur. Geçmişten gelen uygulama ve gözlem birikimi ilkeyi doğrulayıcı nitelikteydi kuşkusuz; ama bu Archimedes için yeterli değildi. Archimedes, "Eşit olmayan iki ağırlık, destek noktasından bu ağırlıklarla ters orantılı mesafelerde dengelenir," diye dile getirdiği ilkeyi bir yasa (ya da teorem) olarak ispatlama yoluna gider.
Bilindiği gibi o çağda bir bilimin yetkinlik ölçütü önermelerinin aksiyom ve teorem olarak dedüktif bir dizgede düzenlenebilmesiydi. Bunun bilinen en çarpıcı örneğini Euclid geometrisi ortaya koymuştu. Euclid'i örnek alan Archimedes benzer başarıyı önce hidrostatikte, sonra mekanikte gösterir. Matematikte bir teoremin ispatında olduğu gibi, kaldıraç ilkesinin ispatında da doğruluğu ya apaçık sayılan ya da gözlemsel olarak kanıtlanmış bir kaç temel önermeye (aksiyoma) ihtiyaç vardı. Nitekim Archimedes ispatında şu iki önermeyi öncül olarak almıştır:
(1) Destek noktasından eşit uzaklıkta bulunan eşit ağırlıklar dengede kalır.
(2) Destek noktasından eşit olmayan uzaklıklardaki eşit ağırlıklar dengeyi bozar; daha uzakta olan ağır basar.
Archimedes, bu iki önermenin kaldıraç ilkesini (ya da bu ilkeye eşdeğer olan çekim merkez ilkesini) içerdiğini sezmiş, sezgisini mantıksal yoldan kanıtlamak istemişti. Böylece geometri dışı bir çalışma alanında, hem ideal gördüğü geometrik modeli gerçekleştirmiş, hem de öncül olarak aldığı iki önermeye dayanarak kaldıraç ilkesini ispatlamış oluyordu.
Archimedes kuşkusuz antik dünyanın ilk ve en büyük bilim adamıydı. Bugün dünyamıza gözlerini açsa, ne bilimimiz, ne de bilime dayalı teknolojimiz onu fazla şaşırtmayacaktır, herhalde! Onun çoğu kez gözden kaçan ama belki de en büyük başarısı araştırma etkinliğinde gözlem ile ussal çıkarımı birleştirmesi, modern anlamda bilimsel yöntemin ilk özgün örneğini ortaya koymuş olmasıdır.
Archimedes'in yaşadığı dönemin ne denli ilerisinde olduğunu gösteren bir kanıtı da Rönesans'ın eşsiz dehası Leonardo da Vinci'nin ona gösterdiği özel ilgide bulmaktayız. Leonardo, Archimedes'in bıraktığı yazılı metinleri elde etmek için inanılmaz bir çaba içine girmiş, kimi çalışmalarında onu örnek almıştı. Mekanik alandaki tüm buluş ve icatlarına karşın, Archimedes'in asıl ilgi odağı geometri idi. Öyle ki, bir silindirin oylumunun, içine yerleştirilen bir kürenin oylumuna olan oranı üzerindeki buluşunu en büyük başarısı sayıyordu.
Övündüğü bir başka buluşu da, giderek artan sayıda kenarlı düzgün poligon kullanarak dairenin çevresiyle çapının oranının (3 tam 10/71)'den büyük (3 tam 1/7)'den küçük olduğunu saptamasıydı. Romalıları, Siraküz'ü işgalden üç yıl alıkoyan savaş araçlarının yanı sıra, icat ettiği diğer mekanik aygıt ve oyuncaklar kendi gözünde yalnızca boş zamanlarını dolduran eğlendirici işlerdi.
Problem çözme coşkusunu, banyodan sokağa fırlayarak "Buldum, buldum!" seslenmesiyle açığa vuran Archimedes, bilimde atılım gücünü, "Bana bir dayanak gösterin, tüm dünyayı yerinden oynatayım!" çağrısında dile getirmişti
Kaynak: www.bilimadamlari.net
Habeş el-Hâsib ve el-Mervezi gibi önemli matematikçileri izleyerek, tanjant ve sekant fonksiyonlarını tanımlamış ve trigonometrik fonksiyonların yayların büyüklüğüne göre değişen değerlerini 15 dakikalık aralıklarla hesaplayarak tablolar halinde sunmuştur. El-Mervezi'nin tabloları, tanjant ve kotanjantı yayın fonksiyonu olarak vermediği gibi, Ebu'l-Vefâ'nınkiler kadar sağlıklı da değildir.
Ebu'l-Vefâ, * ve * toplam ve farkları 90 dereceden küçük iki yay ve * * * olmak şartıyla, sin (* + *) - sin * * sin * - sin (*-*) eşitsizliğini bulmuş ve sonradan kendi adıyla anılan bu teoremi kullanarak sin 30 dakikanın değerini sekiz ondalığa kadar doğru bir biçimde hesaplamıştır.
Aynı zamanda birim dairenin yarıçapını 1 olarak kabul eden Ebu'l-Vefâ'nın bu alandaki uğraşları, trigonometrik fonksiyonların yaya bağlı değerlerinin daha doğru hesaplanabilmesi yolundaki çabalara güzel bir örnek teşkil etmiştir. Ayrıca, sin * ve sin * bilindiğinde, sin (* * *)'dan hareketle, 2 sin² */2 * 1 - cos * ve sin * * 2 sin */2 . cos */2 bağıntılarını bularak, yarım açının sinüs ve kosinüsünün hesaplanmasını sağlamıştır.
Ebu'l-Vefâ el-Buzcâni, küresel üçgenlerin çözümünde kullanılan çeşitli bağlantıları bulmak suretiyle bu konunun gelişmesine de büyük hizmetlerde bulunmuştur. Müslüman matematikçiler tarafından Şeklü'l-Katta, yani Kesenler Teoremi diye adlandırılan Menelaus Teoremi'ni kullanarak bir dik açılı küresel üçgende, sin a / sin c * sin A ve tg a / tg A * sin b eşitliklerinin geçerli olduğunu göstermiş ve bu eşitliklerden cos c * cos a . cos b eşitliğini çıkarmıştır.
Dik açılı olmayan küresel üçgenler için sinüs teoremini ilk defa onun bulmuş olması pek muhtemeldir. Ebu'l-Vefâ, matematiğin diğer bazı dallarına da önemli katkılarda bulunmuştur. Bağdat'ta yaptığı gözlemlerle ekliptiğin eğimini ölçmüş, mevsim farklarını bulmak için ekinoksları gözlemlemiş, ayrıca Bağdat'ın enlemini ölçmüştür.
El-Zic el-Vâzıh adlı bir de zic hazırlamıştır. Astronomide ilk müşterek çalışma örneğini vermiştir. Beyrûni ile ilişki içinde olan Ebu'l-Vefa Bağdat'ta, Beyrûni ise Harezm'de 997 yılındaki Ay tutulmasını gözlemlemişler ve her iki kentteki tutulma farkını bir saat olarak bulmuşlardır. Buradan iki kent arasındaki boylam farkını doğru olarak saptama olanağını elde etmişlerdir. Ayrıca her iki bilim adamı da tutulma düzlemini 23 derece 37 dakika olarak belirlemişlerdir.
Ebu'l-Vefâ, çalışmalarını iki farklı gözlem evinde yürütmüştür. Bunlardan birisi Şemsüddevle ve diğeri ise kendi gözlemevidir. Bu ikincisinde onun büyük boyutlu aletler yaparak dakik gözlemlerde bulunduğu söylenmektedir.
Kaynak: www.bilimadamlari.net
1776 yılında, İtalya’nın Torino Kenti'nde doğan ünlü fizik ve kimya bilim adamı Amedeo Avogadro, aile geleneğini sürdürerek önce hukuk ve felsefe öğrenimi yaptı; 1789’da felsefe, 1792’de hukuk felsefesi diplomasını, birkaç yıl sonra da din hukukundan doktarasını aldı. Fakat çok geçmeden doğa bilimlerine ve fen bilimlerine duyduğu ilgi onu yoğun bir kendi kendine eğitim faaliyeti yapmaya yöneltti.
1800-1805 yılları arasında matematik ve fizik okudu. Bu sayede 1809’da Vercelli Kraliyet Koleji’nde matematik ve fizik eğitmenliği yapan Amedeo Avogadro, 1821’de Torino Üniversitesi’nde yüksek fizik profesörü oldu. Donna Felicita Mezzi ile evliliğinden altı çocuğu oldu.
Amedeo Avogadro, kendinden iki yıl önce gazların bileşimi hakkında bazı önemli kanunları bulan Gay Lussac’ın çalışmalarından yararlandı ve Lussac Kanunları’nı molekül teorisine uyguladı. Atom ile molekül arasındaki ayrımı da ilk kez farkeden ve buna işaret eden Avogadro, 1856’da öldüğünde fizik ve kimya bilimlerine ve özellikle de Molekül Teorisi'ne yaşamsal önemde katkılarda bulunmuştu.
Ünlü İtalyan bilim adamı Avogadro, 80 yaşında dünyaya gözlerini yumduğunda bilim dünyası, onun bilimsel katkılarının büyük öneminin farkına henüz varmamıştı. Onun bilimsel katkılarının büyüklüğünü ortaya çıkarmak bir başka İtalyan kimyacısı olan Cannizzaro’ya düştü.
1860 yılında yapılan bir bilimsel toplantının ardından, Avogadro’nun kimya alanında oynadığı büyük rol, tüm bilim dünyası tarafından kabul edildi. Avogadro’nun kendi adıyla anılan yasa ve sayı olmasaydı, kimya ve fiziğin bugünkü gelişkinlik düzeyine ulaşması düşünelemezdi. En önemli yapıtı; "Cisimlerin Temel Moleküllerinin Bağıl Kütlelerini ve Bileşimlere Katılma Oranlarını Belirleme Yöntemi Üzerine Bir Deneme"dir.
Kaynak: www.bilimadamlari.net
1800'de Alessandro Volta, yaptığı ilk pile ilişkin ayrıntıları yayınladı. Volta pili belirli çözeltiler ile metal elektrotlar arasındaki kimyasal tepkimeden yararlanma yoluyla elektrik üretiyordu. John Frederick Daniell (1790-1845) gibi başka bilim adamları, elektrot yapımında farklı gereçler kullanarak Volta'nın tasarımını geliştirdiler. Günümüzün pilleri de aynı temel tasarıma dayanmakta, ama yapımlarında modern gereçler kullanılmaktadır.
Elektrik milattan öncesinden beri biliniyordu fakat net ve uygulanabilir bir bilgi olarak ortaya koyulması ancak 19. yüzyılda gerçekleşebilmiştir. Bu tarihe kadar elektrik alanındaki en önemli isimlerden birisi Luigi Galvani(1737-1798)’dir.
Luigi Galvani, 1783 yılında yaptığı ünlü kurbağa deneyi ile bilinir. O tarihte bilinen statik elektriği kullanarak metal bir çubukla ölü bir kurbağanın bacağına dokundurmuş ve bacağın hareket ettiğini keşfetmiştir. Bu olay, statik olarak elektrik yüklenmiş bir metal çubuğun uyarıldığında kasları hareket ettirmesi prensibine dayanır ve bioelektriğin keşfi için yapı taşlarından birini oluşturur.
Galvani, hayvansal elektrik olarak adlandırdığı buluşunda canlı hücrelerinin değil kasların elektrik içerdiğine inanmıştır. Fakat Galvani’den sonra deneyleri sürdüren Alessandro Volta(1745–1827), bunun kas hücrelerinin yapısındaki metal iyonlarından ve içerisindeki sıvıdan kaynaklandığını keşfetti.
Volta, aynı mantıkla ilerleyerek tuzlu su çözeltisinin iki ayrı uç kısmına çinko ve bakır metal parçalarını yerleştirmiş ve elektrik akımını elde etmiştir. 1801 yılında gerçekleşen bu keşif Volta Pili olarak bilinir. Bu keşif ile Galvani’nin hayvansal elektrik teorisi ortadan kalkmıştır. Alessandro Volta 1827 yılında ölmüştür. Ölümünden sonra elektrik ve elektriği depolama yani pil alanında yapılan gelişmelerde onun temelini attığı bu keşifin değeri çok daha iyi anlaşılmış ve onun anısı olarak elektrik gerilim birimine “Volt” adı verilmiştir.
Televizyonun mucidi aynı zamanda ilk video kaydedicinin de mucididir: 1826′da John Logie Baird gramafonla aynı ilkeyi kullanarak 25 cm. çapındaki balmumu bir diskin üzerine görüntü kaydedebilen bir aygıtın patentini aldı… Philips Electronics firması Philips Lazervision ile diskin üzerine görüntü kaydetme fikrini 46 yıl sonra yeniden icat etti; 1972′de tanıtımını yaptıkları bu aygıt ABD’de 1980′de, Avrupa’da 1982′de piyasaya sürüldü. Ayrıca Philips ile Sony firmalarının ortak olarak CD’yi piyasaya sürdükleri tarihtir. (1982)
Lazer okuyuculu videodisk ve CD, James T. Russell’ın icadı olan optik diskten türemiştir. Russell, vinil plakların pikap iğnesi yüzünden aşınıp yıpranmasından bıkmış ve 1965′te bilgiyi lazerle okunacak şekilde bir disk üzerine kaydetme fikrinin patentini almıştı. Philips firması, Russell’ın fikrini video görüntülerini kaydedecek şekilde genişletti ve 1969′da Klaas Compaan ve Piet Kramer, video uzunçalarını geliştirdi: 30 cm’lik video diskin ilk tanıtımı 1972′de yapıldı ve 1980′de Lazervision adıyla piyasaya sürüldü. Bu arada, 1975′te Philips’in ses üzerine sürdürülen AR-GE çalışmalarını yürüten mühendislerden Lou Ottens, sesi küçük bir optik disk üzerine kaydetmek için çalışmalar yapıyordu: Sony ile ortak geliştirme çalışmasından sonra, 1982′de yaygın olarak kullanılan 4,8 inçlik (12 cm) kompakt diskler piyasaya çıktı; bu buluş daha sonra da CD-ROM olarak bilgisayarlara uyarlandı.
Latince bilmediği için eserlerini Fransızca olarak kaleme almıştır. Belli başlı eserlerinden biri tüfek yaralarının tedavisi ile ilgilidir. Zira o devirde, uzun süreli savaşlar olmakta ve kullanılan silahların sebep olduğu yaralar önemli bir sorun teşkil etmekteydi. Savaşlarda bizzat cerrah olarak görev yapan Pare, tüfek yaralarına tatbik edilen dağlamada kullanılan yağın bitmesi sonucunda ağrıyı dindirmek için merhem tatbik etmiş ve onun, dağlamaya nispetle daha az acı vermesinin yanı sıra yaranın daha çabuk iyileştiğini gözlemiştir. Bunun üzerine bu konuda bir eser kaleme alarak bu deneyimini cerrahlara duyurmak istemiştir.
Pare bu eserinin yanı sıra iki önemli çalışmasını da yine Fransızca olarak kaleme almıştır. Bunlardan birisi, ayrıntılı bir anatomi kitabıdır (Genel Anatomi). Eserde çeşitli şemalarla anlatım daha da açık hale getirilmeğe çalışılmıştır. Resimler, o devir eserlerinin karakteristiği olarak fevkalade güzeldir. İkinci eseri ise genel bir cerrahi kitabıdır (Genel Cerrahi). Burada Pare, cerrahi müdahalelerin yöntemleri ve cerrahi teknikleri ile ilgili bilgi vermektedir.
Cerrahi müdahaleleri amputasyon (işe yaramayacak kadar bozulmuş olan organ ya da kısmın kesilmesi), dağlama ve ligatur (bağlama) olmak üzere üç ana kolda toplayan Pare, cerrahi müdahalelerde kullanılacak yeni bazı aletler de önermektedir. Örneğin bunlardan biri zor doğumlarda bebeğin rahimden alınmasını sağlayan 'suni eller'adını vermiş olduğu alettir.
Kaynak: www.bilimadamlari.net
1864 yılında araştırmalarının sonucunu aldı ve dinamit barutunu buldu. Araştırmalarına devam eden Nobel, 1877'de "Balistit" adını verdiği yeni bir çeşit barut tasarladı. 1881'de Paris'e yerleşen Nobel, burada yeni bir fabrika açtı ve araştırmalarına devam etti.
Hemen hemen bütün servetini Nobel ödüllerini dağıtması için bir kuruma bağışladı. 1901 yılında dağıtımına başlanan Nobel Bilim Ödülleri'nden fizik dalında günümüze kadar 154 bilim adamına ödül verilmiştir.
Kaynak: www.bilimadamlari.net
Ali Kuşçu, Semerkand'da doğmuş ve burada yetişmiştir. Burada bulunduğu sıralarda, Uluğ Bey de dahil olmak üzere, Kadızâde-i Rûmi (1337-1420) ve Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşi (?-1429) gibi dönemin önemli bilim adamlarından matematik ve astronomi dersleri almıştır.
Ali Kuşçu bir ara, öğrenimini tamamlamak amacı ile, Uluğ Bey'den habersiz Kirman'a gitmiş ve orada yazdığı Hall el-Eşkâl el-Kamer adlı risalesi ile geri dönmüştür. Dönüşünde risaleyi Uluğ Bey'e armağan etmiş ve Ali Kuşçu'nun kendisinden izin almadan Kirman'a gitmesine kızan Uluğ Bey, risaleyi okuduktan sonra onu takdir etmiştir.
Ali Kuşçu, Semerkand'a dönüşünden sonra, Semerkand Gözlemevi'nin müdürü olan Kadızâde-i Rûmi'nin ölümü üzerine gözlemevinin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zici'nin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Ancak, Uluğ Bey'in ölümü üzerine Ali Kuşçu Semerkand'dan ayrılmış ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiştir. Daha sonra Uzun Hasan tarafından, Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak amacı ile Fatih'e elçi olarak gönderilmiştir.
Bir kültür merkezi oluşturmanın şartlarından birinin de bilim adamlarını biraraya toplamak olduğunu bilen Fatih, Ali Kuşçu'ya İstanbul'da kalmasını ve medresede ders vermesini teklif eder. Ali Kuşçu, bunun üzerine, Tebriz'e dönerek elçilik görevini tamamlar ve tekrar İstanbul'a geri döner. İstanbul'a dönüşünde Ali Kuşçu, Fatih tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından sınırda karşılanır. Kendisi için ayrıca karşılama töreni yapılır. Ali Kuşçu'yu karşılayanlar arasında, zamanın ulemâsı İstanbul kadısı Hocazâde Müslihü'd-Din Mustafa ve diğer bilim adamları da vardır.
İstanbul'a gelen Ali Kuşçu'ya 200 altın maaş bağlanır ve Ayasofya'ya müderris olarak atanır. Ali Kuşçu, burada Fatih Külliyesi'nin programlarını hazırlamış, astronomi ve matematik dersleri vermiştir.
Ayrıca İstanbul'un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri de yapmıştır. Ali Kuşçu'nun medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolü olmuştur. Verdiği dersler olağanüstü rağbet görmüş ve önemli bilim adamları tarafında da izlenmiştir. Ayrıca dönemin matematikçilerinden Sinan Paşa da öğrencilerinden Molla Lütfi aracılığı ile Ali Kuşçu'nun derslerini takip etmiştir. Nitekim etkisi 16. yüzyılda ürünlerini verecektir.
Ali Kuşçu'nun astronomi ve matematik alanında yazmış olduğu iki önemli eseri vardır. Bunlardan birisi, Otlukbeli Savaşı sırasında bitirilip zaferden sonra Fatih'e sunulduğu için "Fethiye" adı verilen astronomi kitabıdır. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde gezegenlerin küreleri ele alınmakta ve gezegenlerin hareketlerinden bahsedilmektedir. İkinci bölüm Yer'in şekli ve yedi iklim üzerinedir. Son bölümde ise Ali Kuşçu, Yer'e ilişkin ölçüleri ve gezegenlerin uzaklıklarını vermektedir.
Döneminde hayli etkin olmuş olan bu astronomi eseri küçük bir elkitabı niteliğindedir ve yeni bulgular ortaya koymaktan çok, medreselerde astronomi öğretimi için yazılmıştır. Ali Kuşçu'nun diğer önemli eseri ise, Fatih'in adına atfen Muhammediye adını verdiği matematik kitabıdır.