Dört temel doğa kuvvetinden atom altı ölçeklerde etkileşen üçünü (şiddetli çekirdek kuvveti = atom çekirdeklerini oluşturan parçacıkları bir arada tutan kuvvet; zayıf çekirdek kuvveti = ağır ve kararsız parçacıkların bozunarak kimlik değiştirmesine yol açan kuvvet ve elektromanyetik kuvvet = atom çekirdekleriyle çevrelerinde dolanan elektronlar arasında etkiyerek atomları ve molekülleri bir arada tutan kuvvet) açıklayan Standart Model'e göre, BİLİNEN tüm parçacıkların, aynı kütlede ama ters elektrik yükü taşıyan bir karşıtı vardır (ayna görüntüsü gibi). İşte bunlara karşı madde ya da anti madde diyoruz. Örneğin, - yüklü elektronun anti madde karşılığı, + yüklü pozitron; + yüklü protonun anti madde karşılığı, - yüklü anti proton vb. Maddeyle anti madde, yani bir parçacıkla kendi anti maddesi bir araya geldiğinde birbirlerini yok ederek enerji açığa çıkarırlar. 13,7 milyar yıl önce evreni ortaya çıkaran Büyük Patlama'da eşit miktarlarda ortaya çıkan madde ile anti madde birbirlerini yok ederken bazı kuantum mekaniksel özellikler nedeniyle toplam maddenin çok küçük bir bölümü yok olmaktan kurtulmuş ve evrende görebildiğimiz her şey (yıldızlar, gökadalar, gezegenler ve üzerlerindeki canlılar) bu küçük madde fazlalığının birer ürünü. Ancak evrendeki büyük yapıların (gökadalar ve gökada kümeleri) hareketleriyle ve evrenin yapısıyla ilgili olarak yapılan duyarlı gözlemler, Standart Model'de listelenen parçacıkların dışında ve toplam maddenin beş katı kütlede, henüz, gözlenememiş ve nitelikleri BİLİNEMEYEN bir dizi parçacık olduğunu gösteriyor ki, bunlar "karanlık madde" olarak adlandırılıyor. Anti madde ile karanlık maddeyi aynı şeymiş gibi düşünmek sık yapılan bir yanlış olduğu için bu farkı iyi anlamak gerekir. Özetle anti madde, BİLİNEN madde parçacıklarının ters elektrik yükü taşıyan karşıtları; "karanlık madde" ise henüz varlıkları deney ya da gözlemlerle belirlenememiş, ancak yaptıkları kütle çekim etkisiyle varlıklarını dolaylı yoldan gösteren madde olarak tanımlanabilir. Anti madde, yukarıda açıklanan özelliği (maddeyle anti maddenin bir araya geldiklerinde birbirlerini yok etmeleri) nedeniyle görünen evrende doğal olarak bulunmuyor (yine de bazı kuramcılar evrenin kıyısında bucağında varlığını koruyabilmiş anti madde adacıkları bulunabileceği spekülasyonunu yapıyorlar). Ama yüksek enerjili çarpışma deneylerinde ya da madde parçacıklarının doğal bozunma sürecinde ortaya çıkıp saniyenin çok küçük kesirlerinde var olabiliyorlar. Bilim insanları çok özel deney koşullarında ve milyarlarca dolar değerinde parçacık detektörleri ve süper iletken mıknatıslar kullanarak bunları yok olmadan tuzaklayıp koruyabiliyor ve bunlarla yüksek enerjili çarpışma deneyleri gerçekleştiriyorlar.
Kleopatra, Konfiçyüs, Einstein, Edison, Ts'ai Lun. Bütün bu kişilerin içinde insanlık tarihinin gelişimine en büyük faydası olan kimdir dersek, herhalde Ts'ai Lun demezsiniz. Ama O'dur. Ts'ai Lun günümüzden yaklaşık 2000 yıl önce Çin'de yaşayan bir memurdu ve MS 105 yılında bugünkü kullanılan hali ile kağıdı icat etti. Dutağacı kabuğu, kenevir ve kumaş parçalarını suyla karıştırarak ezdi, lapa haline getirdi, presleyerek suyunu çıkardı ve bu ince tabakayı kuruması için güneşin altında ipe astı.
Aslında insanlar MÖ 3500 yıllarında bile üzerine yazı yazabilecek çeşitli şeyler kullanıyorlardı. Kağıdın icadı sonraki devirlerde Çinlileri dünyanın en gelişmiş kültürünün sahibi yaptı. Şaşırtıcıdır ki, Orta Asya'ya 751, Bağdat'a ise 793 yılında ulaşan Ts'ai Lun'un kağıt yapma metodu, Avrupa'da ilk kağıt ancak 1151 yılında İspanya'da yapılabildi.
Özellikle matbaanın icadı ile birlikte kağıda olan ihtiyaç gittikçe büyüdü. Yeterli hammadde bulmakta zorlanıldı. Ayrıca bu şekilde kağıt imalatı çok zaman alıyordu ve dünyanı bir çözüme ihtiyacı vardı.
Kesin tarih bilinmiyor ama yaklaşık 18. yüzyılın başlarında Fransız bilimci Rene - Antonie Ferchault de Reaumur ormanda ağaçların arasında yürürken bir yaban arısı kovanı gördü. Yaban arıları evlerinde olmadığından durup kovanı incelemeye başladı. Birden kovanın kağıttan yapılmış olduğunu gördü. Peki onlar paçavra kullanmadan kovanı nasıl yapıyorlardı? Sadece paçavra değil, kimyasallar, ateş ve karıştırma tanklarını da kullanmıyorlardı. Arılar insanların bilmediği neyi biliyorlardı?
Aslında her şey çok basitti. Kısa bir gözlem sonucunda gördü ki, yaban arıları ince dalları veya çürümüş kütükleri kemirir gibi ağızlarına alıyorlar, burada mide sıvıları ve salyaları ile karıştırıyorlar ve kovanlarını yapmada kullanıyorlardı. Reaumur arıların sindirim sistemini de inceleyerek buluşunu 1719 yılında Fransız Kraliyet Akademisi'ne sundu.
İlk kağıt makinesi 1798 yılında yapıldı. Ancak bu geniş bir kayışın dönerek fıçıdaki lapayı aldığı ve ince kağıt haline getirdiği, her dönüşte tek bir kağıt yapabilen basit bir makine idi. Silindirli makine çok geçmeden 1809 yılında John Dickinson tarafından ilan edildi.
Günümüzde kağıt üretimi yüksek teknoloji ile ve tam otomatik olarak yapılabilmektedir ama işlemin adı esas olarak değişmemiştir. Kağıtların arasındaki kalite farkını kullanılan lifin türü, lapanın hazırlanışı, içine katılan malzemeler, kimyasal veya mekanik metotlar belirler. Her ne kadar liflerin elde edilmesinde ağaçlar ana kaynak ise de özellik taşıayn kağıtların yapılmasında günümüzde sentetik lifler de kullanılmaktadır.
Bu deneyi ilk olarak ABD Caiifornia'da Larry Walters, bildiğimiz çocuklar için olan uçan balonlarla değil meteoroloji balonları ile yapmıştır. Larry 42 tane balonu kendine bağlamış, kendisi de alimünyum bir sandalyeye oturmuş, emniyet olsun diye de yere bir halatla bağlanmış.
Tam yükselmeye başlarken yere bağlı halat kopmuş ve kontrolsuz bir şekilde 5 bin metreye kadar yükselmiş. Bundan sonra yanında bulunan tabanca ile yüksekliği kontrol için balonları tek tek patlatmaya başlamış. Bu arada yanında bulunan telsizle yakından geçebilecek uçakları ikaz etmeyi de ihmal etmemiş.
Balonları tek tek patlatarak inerken biraz da şanssızlığından, balonları bağlayan teller elektrik hatlarına takılmış ama sonunda yere sağ salim inmeyi başarmış. Bu üstün başarısından dolayı takdir bekleyen Larry'e ulusal havacılık kurallarını ihlal etti diye ilgililer çok kızmışlar ve cezalandırmaya karar vermişler. Bu hikayenin gerisi bilinmiyor ama biz hesap yolu ile kaç uçan balon bir insanın ayağını yerden kesebilir bulabiliriz. Bir litre helyum 0,18 gramdır. Bir litre hava l gramdır diye bilinir ama onun yüzde 80'inin nitrojen olduğunu düşünürsek bir litre hava, hemen hemen saf nitrojen kadar yani 1,25 gramdır diyebiliriz. Yani bir litre helyum, bir litre havadan yaklaşık l gram daha hafiftir.
30 santimetre çapındaki bir balonu tam küresel düşünüp hacmini hesap edersek 14.137 santimetreküp yani 14 litre eder. Helyumun bir litresi havadan l gram hafif olduğuna göre bu balon ucuna bağlanan 14 gram ağırlığı havaya kaldırabilir (balonun kendi ağırlığı ve ip ihmal edilerek).
Diyelim ki çocuğunuz 30 kilogram ağırlığında. Her biri 14 gram kaldırma gücündeki balonlardan 2.150 tanesini alıp eline verirseniz, bir anda yanınızdan kaybolup havalandığını görebilirsiniz, tabii teorik olarak.
Eğer daha büyük, 3 metre çapında bir kaç balon bulabilir ve helyumla şişirebilirseniz 55 kilogram ağırlığındaki eşinizi kaldırmaya 4 tanesi yetecektir.
30 metre çapındaki bir balon ise 14 ton ağırlığı kaldırabilir. Bu nedenle balon, zeplin türü hava araçlarının hacimleri çok büyüktür. Aslında bir litresinin ağırlığı 0,09 gram olan hidrojen bu işler için idealdir ama çok yanıcıdır, en ufak bir kıvılcım, patlamasına neden olabilir.
Hindenburg zeplininin bu nedenle başına gelenlerden dolayı zeplinle yolculuk tarihe karışmıştır. Helyum gazı kullanılarak tekrar eski günlerine dönmesi ümitle beklenmektedir.
Neandertal Adam Ne Zaman Ortaya Çıktı?
Pithecanthropus (homo Erectus), taştan küçük aletler yapabilecek zeka seviyesine gelmişti. Oval şekilli bir taşı, bir sopanın ucuna bağlayan Homo erectus, böylece ilk baltayı yaptı.
İnsanın ikinci atası sayılan sinanthropus, daha da gelişmiş bir beyine sahipti. (Editör: İlk atası çok inandırıcı olmadı, şimdi ikinci atasına geçtik)
Neandertal adam’ın oluşması için ise, daha 400.000 yıl geçmesi gerekti. İnsanın bu atası, artık bitki, sümüklü böcek ve salyangozlarla beslenmeyi bırakarak, avladığı hayvanların etleri ile karnını doyurmaya başladı.
Bu adı almasına neden, fosillerinin 1856 yılında Almanya’nın neanderthal vadisi’nedi bulunmuş olmasıdır. Daha sonra, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde de fosillerine rastlanan bu ilkel insanın boyu, ancak 1.55 metre idi. Tıknaz yapısı ve güçlü kasları olan neandertal adam’ın kafatası yapısı, bir maymununkini andırıyordu. Göz çukurları derin, elmacık kemikleri çok geniş ve çıkık, çene ve alnı kısa idi. Ayrıca kısa bir boyu vardı. Tüylerle kaplı bedeni ve maymun benzeri çehresi ile vahşi ve kaba görünümü olmasını karşın, günümüzün insanı ile aynı büyüklükteki bir beyine sahipti. Zekâsının belli bir oranda gelişmiş olduğunu, tahta, kemik ve çakmaktaşı gibi maddeleri oyarak yaptığı aletlerden anlıyoruz. (Editör: Hayatımda bu kadar deli saçması birşey görmedim; sitede bu yazılanlara yer vermemizin sebebi bazı bilim adamlarının nasıl düşündüğünü göstermek içindir. Aslında insanın maymundan geldiği gibi bir saçmalığın asla mümkün olamayacağı dünyanın önde gelen en meşhur bilim adamları tarafından ispat edilmiş ve tüm ülkelerce kabul görmüştür. Çünkü evrim teorisine delil olarak kazılarda çıkartılan kafataslarının bu insanlar tarafından hazırlanıp gömüldükleri ortaya çıkartılmıştır. Bu nedenle eskiden bazı ders kitaplarına gerçekmiş gibi girmiş olan bu ifadeler artık tamamen çıkartılmıştır. Günümüzde bu görüşler, bazı bilim adamlarının sığ düşünceleri olarak tarihe not düşülmüştür. Evrim teorisinin yakın gelecekte “teori” statüsünden de çıkartılıp, sadece “hipotez” yani bilimsel niteliği doğrulanmamış bir fikir olarak görülmesi düşünülmektedir.)
Kısaca asıl olan gerçekliğe Kur’an-ı Kerim mealinden yer vermek gerekirse;
“Hz. Adem , yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babasıdır. Çesitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydular. Mekke ile Taif arasında 40 yıl yatıp salsal oldu. Yani pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselamin nuru alnına kondu. Sonra Muharrem’in onuncu Cuma günü ruh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi.”
İŞTE ASLOLAN BUDUR.
Sürüngenlerin gelişim döneminde, doğa büyük bir üretici idi. Sürüngenlerin her tipi, doğa koşullarının sınavından geçiyor, gücü olan türler kalarak evrimleşirken, zayıf ve dayanıksız türlerin soyu tükeniyordu.
Bu gelişmelerin en başarılılarından biri, kuşkusuz saltoposuchus’tur. Küçüklüğüne karşın, çok canlı bir havyan olan bu sürüngen, ayağa kalkarak güçlü arka ayakları üzerinde yürümeyi ve pençe benzeri çıkıntıları olan ön ayaklarını, avını yakalamak amacıyla kullanmayı öğrendi. Sonuçta, sivri dişlerinden başka, iki savunma ve saldırma aracı daha kazanan bu hayvan, büyük avlara saldırmaktan bile kaçınmıyordu.
O dönemler için kısa bile sayılabilecek bir süre içinde, söz konusu hayvandan türeyen tüm dinozorlar, günümüzün kuşlarını ve timsahlarını oluşturdular.
İlk bitkilerin karada yetişmeyip, denizaltında geliştiğini biliyoruz. Denizdeki ilk canlılar olan kamçılı, mikroskobik organizmalar çok küçük ve peltemsi yapıları nedeniyle kayalarda iz bırakmadılar. Bunun sonucu olarak, bu organizmaların ne zaman yaşamaya başladıklarını tam olarak bilemiyoruz.
Tek hücreli olan bu canlılar, hücre bölünmesi yolu ile çoğalıyorlardı. Zamanla evrim geçirerek daha karmaşık yapılar kazandılar ve bitki ve hayvan yaşamını başlattılar.
Dünyamızda oluşan ilk kayalarda fosile rastlanmadığı için kesin olarak bilmemekle birlikte araştırmalar, yaşamın, 3000 milyon yıl önce başladığını belirliyor.
600 milyon yıl öncesine ait kayalarda rastlanan mavimsi-yeşil deniz yosunun, oldukça karmaşık yapıya sahip bir organizma olması, ilk canlılardan, deniz yosununa dek geçen sürenin çok uzun olduğu fikrini vermektedir bize.
Bilim adamlarına göre, pelte görünümlü ilk tek hücreli bitki-hayvan karışımı organizma ile, daha gelişmiş tek hücreliler ve çok hücrelilere gelene dek çok uzun bir süre geçti ve bu gelişim çok yavaş oldu.
Şöyle ki, kamçılı organizmalar, belli bir evrim sonunda gruplar halinde birleşmeye başladılar ve peltemsi görünümlü bağımsız canlıları oluşturdular. Uzun bir dönemde gerçekleşen diğer bir evrim sonucu bunlar da birleşerek, 2500 milyon yıl içinde, bitki özelliği taşıyan ilk organizma (deniz yosunu) oluştu.
Yaklaşık 435 milyon yıl önce, paleozoik dönem’in silüryen bölümünde, dünyanın geçirdiği sarsıntılar sonunda denizlerin, dipleriyle birlikte yükselmeleri, büyük ihtimalle deniz bitkilerinin karaya geçmelerine neden oldu. 100 milyonlarca yıl denizaltı yaşamına alışmış olan bu bitkiler, karaya çıkınca, buradaki yaşama uyum sağlamak için evrim geçirerek, yapısal değişiklere uğradılar. Bu evrim 150 milyon yıl içinde gerçekleşti ve göze zor görülebilen minik yosun, sonunda ormanları oluşturan dev ağaçlara dönüştü. Havadaki oksijen ile yaşayabilmek için büyük bir iç yapı değişikliği geçirdikleri sanılan bu bitkiler, açık havada, denizdekine kıyasla daha elverişli bir ortam bulduklarından çabuk gelişip, yeni şekiller aldılar. Denizaltı ortamının, bitki ve hayvan çeşidi nedeniyle verimli olması, bu toprağın karaya çıkması ile, bitkilerin uygun ortama kavuşarak gelişmelerine yol açtı.
Ormanların kömür yataklarına dönüştüğü dönemde, deniz altında yeni tür bazı omurgalı balıklar gelişiyordu.
İlk balıklar, ainiktozoon örneğinde olduğu gibi, çeneleri bulunmadığından, çiğneyemiyor, avlarını ancak yutarak beslenebiliyorlardı.
Ama, bundan yklaşık 400 milyon yıl öncesi dönemde, çene ve dişleri olan balık türleri gelişmeye başladı.
Uzun başları, üzeri yumrular bulunan ve kemiksi tabakalarla kaplı bedenleri bulunan bu hayvanları, ön kısımlarındaki kemiksi kılıf, koruyordu.
Çok küçük olmalarına karşın, bazı türleri, örneğin dinichthys, 6 metre uzunluğa sahipti. Öte yandan ıstakoz ve karidesi andıran bazı garip şekilli kabuklulara da rastlanıyordu.
Daha sonra kabuksuz deniz yaratıkları da belirdi. Bunlar, hem solungaçları, hem de akciğerleri ile soluk alıyorlardı.
Bu özellik, söz konusu hayvanların, zaman zaman denizden çıkarak karada da yaşamaları ile yani her iki ortamda da yaşayabilen canlılar durumuna gelebilmeleri açısından, önem kazanıyor.
Paleozoik dönem’in kambriyum bölümüne ait hayvan fosilleri, üç bölmeli deniz böceği türünün, bedenlerinin yumuşak kısımlarını korumak amacı ile
kabuk geliştiren ilk hayvanlardan olduğunu kanıtlamaktadır.
Bu hayvanların dev boyuttaki örneklerinden biri olan sedefli deniz helezonu, parlak ve renkli kabuklu, uzun bir koni görünümünde idi ve 4 metre uzunluğa sahipti. Yırtıcı olan bu hayvan, denizaltında izlediği avını, kıskaçları ile yakalardı. Günümüzün ahtapotu ile mürekkep balığı, bu hayvan soyundan gelmiştir.
Sedefli deniz helezonunun değişik dönemlerin kayalarından alınan fosil örnekleri incelendiğine, bu hayvanın çok ilginç bir evrim geçirmiş olduğun görürürz. İlk sedefli deniz helezonları, uzun koni biçiminde ve düz birer kabuğa sahip iken, zamanla bu kabuğun kıvrılarak spiral şeklini aldığı gözlenmektedir. Buna neden, bir şeyin sürüklenmek yerine, kıvrılarak daha kolay yol almasıdır.
Karada ilk hayvanların oluşması için, önce bitkilerin karaya geçmesi gerekiyordu. Bu, otyiyenlerin, et yiyen hayvanlardan önce belirmesini şart koşan yaşam zincirinin bir gereğidir. Çünkü, ot yiyenler olmadan, etyiyenler beslenemez. Ot yiyenlerin beslenebilmeleri ise, bitki örtüsünün gelişmesine bağlıdır.
400 milyon yıl önce, kayaların varlığına karşın, yeryüzü gene de yeşilliklerle kaplı idi. Hayvanları barındırabilecek bu ortam gelişince, sudan çıkan bazı hayvanlar karaya uyum sağlamaya başladılar,
Bu ilk hayvanlar, büyük bir ihtimalle yengeçler, örümcekler, hamamböcekleri ve kırkayaklardır.
İlk uçan hayvan da hamamböceğidir. Günümüzün uçan böceklerinden çok farklı olan o dönemlerin böceğine bir örnek olarak altı kanatlı Stenodictya’yı verebiliriz. Yırtıcı olan bu böcekler, küçük hayvanları yakalamak amacıyla ormanlarda dolaşırlardı.
Bunan 350 milyon yıl önce, kömür yataklarının oluştuğu döneme yakın bir zamanda, bazı balıkların atalarından farklı olarak, yüzgeçlerden başka ilkel bir akciğerle doğdukları biliniyor. Böylece, başlarını kısa bir süre için de olsa, suyun dışında tutabilen bu canlılar, büyük olasılıkla, rastlantı sonucu, karaya vurup, orada canlı kalmayı başarabildiler. Bu, balığın yepyeni ve tehlikeler içeren bir ortamdaki ilk deneyimi oldu.
Yeryüzünün sarsıntı geçirerek, denizlerin karalara dönüştüğü dönemlerde, karaya vuran balıklardan akciğere sahip olanların kurtulduğu ve yüzgeçleri ile sürünerek bir su birikintisinden diğerine gittikleri, böylece yaşamlarını sürdürdükleri anlaşılıyor.
Bunlardan, karadaki en yakın çalılığa sığınanlar, giderek karada daha uzun süre yaşamayı başarabildiler.
Balıklarla büyük yapı benzerlikleri olan bu hayvanlar (amfibianlar), hem deniz, hem de karada yaşayan hayvanların atalarıdırlar. Bedenlerini kaplayan pullar, bunun kanıtıdır. Bazı türlerde görülen karın çevresini kaplayan sertleşmiş pullar ise, bu hayvanların karada sürünmeleri sonucu oluştu. Ayrıca, bu canlıların kafa ve çene biçimleri, balıktan geldiklerinin başka bir göstergesidir.
Tıpkı günümüzün kertenkeleni gibi, sudan ara sıra çıkarak yakındaki küçük hayvanlarla beslenen bu hayvanda küçük hayvanlarla beslenen bu hayvanlar, denizden fazla uzaklaşamıyorlardı. Buna neden, sert kabuklu yumurta yumurtlamayı henüz öğrenememiş olmaları ve yavruların denizde oluşup, ilk dönemlerini orada geçirmeleri idi. Bu belki de, denizde daha kolay besin bulabilmelerinden kaynaklanıyordu.
Dev sürüngenler olan dinozorlar, bundan 100 milyon yıl önceki mezozoik dönem de yaşadılar.
Kömür yataklarının oluştuğu dönede denizden çıkan ve hem kara hem de denizde yaşayabilen hayvanlar, zamanla, sert kabuklu yumurta yumurtlamayı başararak, artık suya eskisi kadar gereksinim. Duymamaya başladılar. İşte böylece, bundan 300 milyon yıl önce, ilk sürüngenler oluştu.
İlk sürüngen sayılan seymourla küçük bir havyandı. Jeolojik araştırmalar, bu canlının, kuzey kutbu’na yayılmış olduğunu gösteriyor. En eski sürüngen türünden biri de, 2 metre boyundaki dev moschop’tur.
İlk sürüngenler büyük bir hızla çoğalıp, grup grup yeryüzüne dağıldılar. Daha sonra, dinozorların atası sayılan ve “ayak büyüten ilk sürüngen” olma özelliği taşıyan küçük saltoposuchus gelişti.
Bu dönemde beliren kaplumbağa ve diğer küçük sürüngenler, daha sonra gelişen timsah ve yılanlara geçişi temsil ektikleri için, büyük önem taşırlar.
Günümüze dek gelen hayvanların çoğunluğu, mesozoik dönemde gelişmeye başlamıştır. Memeliler için bile aynı şey söylenebilir. Memelilerden cynognathus, damarlarında sıcak kan doluşan ilk hayvandır.
Sürüngenlerin gelişim döneminde, doğa büyük bir üretici idi. Sürüngenlerin her tipi, doğa koşullarının sınavından geçiyor, gücü olan türler kalarak evrimleşirken, zayıf ve dayanıksız türlerin soyu tükeniyordu.
Bu gelişmelerin en başarılılarından biri, kuşkusuz saltoposuchus’tur. Küçüklüğüne karşın, çok canlı bir havyan olan bu sürüngen, ayağa kalkarak güçlü arka ayakları üzerinde yürümeyi ve pençe benzeri çıkıntıları olan ön ayaklarını, avını yakalamak amacıyla kullanmayı öğrendi. Sonuçta, sivri dişlerinden başka, iki savunma ve saldırma aracı daha kazanan bu hayvan, büyük avlara saldırmaktan bile kaçınmıyordu.
O dönemler için kısa bile sayılabilecek bir süre içinde, söz konusu hayvandan türeyen tüm dinozorlar, günümüzün kuşlarını ve timsahlarını oluşturdular.
Bundan 75 milyon yıl önce , dev sürüngenlerin birdenbire yok olması çok ilginçtir. 100 milyon yıl dünyamızda yaşayan bu hayvanların, böyle ortadan kalkmalarının ne gibi nedenleri olabilir?
Bu konuda çeşitli görüşler olmakla birlikte, akla en yakın geleni hava koşulları ile yeryüzü şekillerindeki değişikliklerdir.
Dağların belirlenmesi ile ortaya çıkan soğuk havalar, dengeli ısıda yaşamaya alışkın olan dinozorların ölümüne yol açtı. Ayrıca, dinozorların baş besini olan ve ot içeren bitki örtüsünün, yerini, kalın gövdeli ağaçlara bırakması da bir başka neden olarak gösterilebilir.
İlk memelerinin, dinozorların koruyamadıkları yumurtalarını yemeleri de, memeliler gelişirken yeni yavru çıkaramayan dinozorların soyunun tükenmesine yol açmıştır.
130 milyon yıl önceden kalan fosiller, bize, kanatlı sürüngenlerin varlığını kanıtlıyor. Ama, tıpkı dinozorlar gibi, bu hayvanlarda, 75 milyon yıl önce birdenbire ortadan kayboldular,
Bunun nedeni henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Uçan sürüngenlerin en eskisi ve yaygın olanı Dimorphodon’du. Dev bir yarasa görünümü taşıyan bu hayvanın yalnızca başı 22 santim idi. Dümen olarak kullandığı garip bir de kuyruğa sahip olan bu hayvan, soyunu çabuk tüketmiştir.
Onu izleyen diğer kanatlı sürüngenler, Nhamphorhynchus ile, türünün en büyük ve iyi uçabileni olan Pteranodon’dur.
Açtığı zaman 7 metreyi bulan kanatları ile deniz üzerinde uçarak balık avlayan bu hayvan, kanatlarından dolayı karada iyi yürüyemiyor ama, havada çok hızlı gidiyordu.
Biraz gariptir ama, kuşların ataları uçan sürüngenler değil, daha değişik bir tür sürüngen olan Sauria’dır. Bu canlılardan günümüze en ayrıntılı fosili kalan ise, 130 milyon yıl önce, dinozorların döneminde yaşayan Archaeopteryx’tir.
Bir penguen büyüklüğünde olan bu hayvan, yarı kuş, yarı sürüngen görünümünde idi. Sürüngenlerle benzerliği, pençe görünümlü parmakları ile yirmi eklemli kemikten oluşan kuyruğu ve üzerinde dişler bulunan çene kemiğinden kaynaklanıyor. Ama, bedenini kaplayan tüyler, tümüyle yeni bir özellikti.
Kanatları, eski uçan sürüngenler gibi, iki deri parçası değil, tüylerle kaplı ve hayvanın uçarken açıp kapadığı bildiğimiz kuş kanatlarına benziyordu.
Bu yeni canlıların diğer önemli özelliği ise, yavrularının canlı olarak doğurup, kendi avını yakalayabilene dek, onlara bakıp, süt vermelerdir. Bu, yumurtasını yumurtladıktan sonra artık onunla hiç ilgilenmeyen dinozordan çok farklı bir özelliktir.
İlk memelilerden günümüze fazla fosil kalmamakla birlikte sürüngenler döneminde yaşayan ve fareye benzeyen morganucodon ile kirpiye benzeyen prodiacon, memelilere örnek olarak verilebilir. İlk kez bitki ile beslenen memeli taeniolabis’tir. Diğerleri, genelde böcekler, salyangozlar ve sülüklü böceklerle karınlarını doyuruyorlardı.
Yağmur yağdıktan sonra neden toprak kokar, ve gerçekten kokladığımız toprak kokusu mu?
Yağmur sonrası hissedilen güzel kokuların bir kaynağı, toprakta yaşayan Actinomycetes grubu içinde yer alan bazı bakterilerdir. Toprakta yaşayan en küçük canlılardan olan bu bakteriler, en çok nemli ve karanlık ortamlarda gelişirler. Çevre koşullarının gelişmeleri için uygun olmadığı kurak dönemlerdeyse “spor” adı verilen özel yapılar üretirler. Sporlanma, bazı bakterilerin kendilerini olumsuz koşullarda korumalarını sağlayan bir özelliğidir. Yağmurdan sonra duyduğumuz kokunun nedeni de bu sporlardır. Daha önce oluşmuş bu sporların kokusunu hava kuruyken duyamayız; ancak yağmur yağdığında duyabiliriz. Çünkü yağmur damlaları yere düştüğünde, toprakta önceden birikmiş bir miktar yağmur suyunun da yardımıyla sporların havaya fırlamasına neden olur. Yağmur nedeniyle havada çoğalan nem, bu sporların kokusunun burnumuza kadar ulaşmasına neden olur. Yani aslında kokunun kaynağı toprak değil, toprakta yaşayan bu bakterilerdir.
Denizanaları,, Cnidaria (=Coelenterata) şubesinin Scyphozoa sınıfının üyeleri. Denizanaları, knidoblast denen savunma amaçlı kullandığı hücreler vardır. Knidoblastların içinde nematosit adı verilen yakıcı kapsüller bulunur. Bunlar savunmanın yanında avlanmada da görevlidirler. Denizanalarına herhangi bir şekilde temas edildiğinde nematosistler yakıcı kapsüllerinden dışarı çıkar. Dokunduğu organda zehir etkisi gösterir. Bu durumda denizanasının temas ettiği bölgeyi kesinlikle kaşımamak gerekir. Çünkü patlamamış yakıcı hücreler bulunabilir. Kaşırken bunları patlarsa zehir etkisi daha fazla olur. Tatlısuyla da yıkamamak gerekli. Yoğunluk farkından dolayı yine patlamalar olabilir. Bunların yerine sıcak suyla (deniz suyu olmalı) o bölge temizlenebilir. Sıcak zehir etkisini azaltır. Ayrıca amonyak da kullanılabilir.
Tencere daha 14. yüzyılda hemen hemen tamamıyla bugünkü şeklini aldı. O zamanlar tencereler sadece yemek pişirmek için değil, su kaynatmak hatta içinde çamaşır yıkamak için bile kullanılıyordu. En eski tencereler dökme demirdendiler. Sonraları toprak, bakır, alimünyum, emaye ve camdan olanları da yapıldı
Bakır tencerelerin, kullanış ve dayanma bakımından iyi olmalarına karşın sık sık kalaylanmaları gerekir. Alimünyum tencerelerin sakıncalı yanları ise kesif soda ve alkali eriyiklerin alimünyum üzerine olan etkileridir. Sıcak-soğuk farkından etkilenip çatlasalar da en sağlıklı tencereler cam (payreks) olanlarıdır. Pişirme sırasında içleri görülebildiğinden sık sık kapaklarının açılması gerekmez, yiyeceğin vitamini kaçmaz.
Düdüklü tencerelerin yan yüzleri basınca dayalı malzemeden yapılır. Kapakları ise ilginçtir. Çevrilince tencerenin ağzını içten sıkı sıkı kapatırlar ve buharın kaçmasına mani olurlar.
Düdüklü tencerenin kapağında herhangi bir patlama tehlikesine karşı, istenen basınca, dolayısıyla pişme derecesine göre ayarlanabilen bir subap vardır. Basınç ayarlananın üstüne çıkınca subap açılır, buhar buradan dışarı kaçar, hızla çıkan buharın çıkardığı düdük sesi de etrafı olaydan haberdar eder. Düdüklü tencere ismini de bu nedenle almıştır.
Düdüklü tencerenin pişirme prensibinde suyun kaynama özelliği yatar. Su 100 derecede kaynar demek tek başına doğru bir ifade değildir. Kaynama sıcaklığı atmosfer basıncı ile doğrudan ilgilidir. Basınç atmosfer basıncından düşükse, su daha düşük sıcaklıklarda da kaynayabilir veya basınç atmosfer basıncından yüksekse suyun kaynaması için daha yüksek sıcaklıklar gerekir.
Normal tencere ısıtıldığında su 100 derecede kaynar ve tüm su kaynayana kadar bu sıcaklık sabit kalır, yemek de bu sıcaklık da pişer. Düdüklü tencerede ise buhar dışarı kaçamadığından tencerenin içindeki basınç gittikçe artar, dolayısıyla su 100 derecede kaynamaz, tenceredeki sıcaklık 130 dereceye kadar çıkar.
Böylece pişirilmesi istenen besinlerin ısısı suyun kaynama derecesinden çok daha yükseğe çıkar. Bu yüksek sıcaklık yiyeceğe süratle nüfuz ederek, vitamin ve minerallerini kaybetmeden daha çabuk pişmesini sağlar. Bundan dolayı et haşlaması en çok yarım saatte, kuru sebzeler yirmi dakikada pişebilirler.
Gelelim düdüklü tencerenin öyküsüne. 1682 yılının 12 Nisan akşamı Londra'da bir evde kraliyet sosyetesinden bir grup yemek yiyeceklerdir. Bu yemek o güne kadar yenmiş yemeklerden farklıdır çünkü davetlilerden Fransız mucit, 35 yaşlarındaki Deniş Papin, yemeği son buluşu olan, her tarafı kapalı, üzerinde emniyet vanası olan bir kap içinde pişirecektir.
Papin, gazlarla ilgili ana kanunları formüle eden İrlandalı fizikçi Robert Boyle'nin asistanıdır ve kabın içindeki buhar basıncını arttırarak, yemeğin sıvı kısmının kaynama noktasını yükselten bu buluşunu 1679'da gerçekleştirmiştir. Yemekte bulunanlar pişen etten o kadar memnun olmuşlardır ki, bu buharlı tencere süratle yayılmış, hemen hemen bütün yiyeceklerin hatta pasta ve pudinglerin pişirilmelerinde bile kullanılmıştır.
Her icadın ilkinde olduğu gibi, bunda da bazı aksamalar olmuş, emniyet valfı sık sık tutukluk yapmış, güzel bir akşam yemeği yemeye hazırlananlar, tencere patlayınca yiyecekleri duvarlarda seyretmek zorunda kalmışlardır. Bu patlamalar düdüklü tencerenin neredeyse 150 yıl unutulmasına yol açmıştır. Tekrar popüler olması ise Napoleon Bonaparte sayesinde olmuştur.
'Bir ordu midesi üzerinde hareket eder' diye bir vecizenin sahibi olan Napoleon askerlerine yiyecek ikmalini sağlıklı yapamamaktan şikayetçi idi. Bu sorunu çözmek için parasal ödül vaat etmesi üzerine Fransız şef Nicholas Appert, Papin'in buluşunu geliştirerek günümüzdekine benzer pratik bir düdüklü tencere yapmış ve tekrar yaygın olarak kullanılmasını sağlamıştır.
Ay'ın kütlesi Dünya'nın 81'de biri kadardır ve bir gezegen uydusu olabilmek için çok büyüktür. Güneş sistemimizde başka örneği yoktur. Gerçi Jüpiter, Satürn ve Neptün'ün de Ay'ın boyut ve kütlesine yakın uyduları vardır ama bu gezegenlerin kütleleri de dünyamızdan sırasıyla 318, 95 ve 12 kat daha çoktur. Bu durumda Ay'ın oluşumu özel bir problem niteliğini taşıyor. Dünyamızın tek doğal uydusu, uzaydaki en yakın komşumuz Ay, binlerce yıl önceki uygarlıklar tarafından Tanrıça olarak değerlendirilirken, zamanla düzenli hareketleri ile takvimin oluşmasını da sağlamıştır.
Yakınlığı nedeni ile gözlemlenmesi kolay olan Ay'ın 17. yüzyılın başından itibaren teleskopla incelenmesine de başlandı ve bu gelişim 1969 yılında Ay'a ilk defa bir insanın ayak basmasıyla son aşamasına geldi.
Bütün bu gelişmelere rağmen Ay'ın nasıl oluştuğu hala bilinmiyor. Yaşının diğer gezegenler gibi dört küsur milyar yıl olduğu, şu anda dışında ve içinde hiçbir faaliyet olmayan ölü bir gök cismi olduğu, Dünya ile karşılıklı çekim gücü sonucunda denizlerde gel-git olayını yarattığı ve Dünya'nın dönüşünü gittikçe yavaşlattığı biliniyor ama nereden geldi, nasıl oluştu halen meçhul. Ayın oluşumu hakkında üç teori vardır. Birincisi, dünyanın oluşumunun başlangıcında çok hızlı döndüğü ve bu nedenle bir parçasının koparak Ay'ı oluşturduğu şeklindedir. Yapılan hesaplamalara göre bu kopma olayının meydana gelebilmesi için Dünya'nın o zamanlar kendi ekseni etrafında iki saatte bir dönüş yapması gerekiyordu ki, bilimsel verilere göre, bu, mümkün değildir. Ayrıca Dünya'mn ve Ay'ın yapılarındaki kimyasal birleşimlerin çok farklı olması ve bunun Ay'dan getirilen aytaşlarının analizleri sonucunda ispatlanması birinci teorinin doğruluğunu mümkün kılmamaktadır.
İkinci teori ise Ay'ın dünyanın yakınlarından geçerken, çekim alanına takılan bir gök cismi olduğudur. Bu tez, birinci teorideki kimyasal birleşim farkını açıklar ama bu şekilde, ayın hızını frenleyerek, yakalamayı sağlayacak büyük enerji miktarını bugüne kadar bilinen hiç bir oluşumun sağlayamayacağı hesap edilmiştir.
Üçüncü teoriye göre, Ay Dünya çevresinde dolanan, gaz, toz ve küçük taşlardan meydana gelen parçacıkların zamanla bir araya gelmesi sonucu oluşmuştur. Ancak bu da Ay'ın yörünge uzaklığını, neden büyük bir demir çekirdeğe sahip olmadığını ve kimyasal farklılığı açıklayamaz. Yani hiçbir teori ayın oluşumuna ait tutarlı bir açıklama getirememiştir.
Günümüzde Ay'ın tarihi çok iyi bilinmesine, 1969 ile 1972 yılları arasında Apollo projesi kapsamında üzerinde insanlar dolaşıp, dünyaya örnekler getirmelerine rağmen Ay'ın nasıl oluştuğu halen büyük bir sırdır.
Öyle görünüyor ki, günümüz bilimindeki tüm gelişmelere ve bu yoldaki gayretlere rağmen, biricik uydumuz Ay, sırlarını şimdilik bize açıklamak istemiyor. Ancak şurası mutlak ki, Ay genetik olarak dünyamızın yavrusu değil. Nereden geldi, kim bilir?
İlk yudumla birlikte, alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra, ciddi miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karışması en çok ince bağırsaklarda olur.
Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol, derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.
İçmeye devam edilirse, beyindeki görme, denge, konuşma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için, kalp kası zorlanır ve nabız artar.
Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse, alkolün kandaki oranı alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır, solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.
Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10 saat sürer.
Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde 10'unu alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.
Alkol karaciğer yetmezliği yanında, kalp hastalığı ve kanser riskini de arttırır. Beyinde hücre kaybına yol açar, uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar, psikiyatrik bozukluklar başlar.
Ama alkolün en büyük etkisi, sağlığı bozmasının yanında, aileleri ve arkadaşlıkları parçalaması, hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır.
Güvercinlerde iki farklı nedenle görülen, iki farklı tip takla var. Bunlardan ilki, havada uçarken hafifçe yan dönme şeklinde görülen ve aslında güvercinlerle beslenen gökdoğan gibi yırtıcı kuş türlerine karşı kazanılmış olan bir savunma uyumu. Bu, doğal olarak artık genlerine yerleşmiş ve bir yaşam biçimi haline gelmiş bir özellik. Taklacı güvercin olarak bilinen ırklarda görülen takla davranışı da, bu şekilde bir uyum olarak kazanılmış ve ırk özelliği haline gelmiş.
Diğeriyse, vitamin eksikliği ya da bir virüs nedeniyle ortaya çıkabilen, beyine giden sinir hücrelerinin üzerini kaplayan myelin kılıfın erimesine neden olan ve havalanırken ya da uçarken denge kaybı nedenli takla atma, yürürken daireler çizme, başın arkaya doğru yatması (stargazing: yıldız sayma) gibi belirtilerle kendini gösteren hastalık. Bu takla zaten diğerinden belirgin olarak ayrılıyor ve sıklıkla hayvanların kontrollü bir şekilde beslenmesiyle iyileştirilebiliyor.
Günümüz taşıtları içinde en çok yönlü ve şaşırtıcı olanı helikopterdir. Üç boyutta da hareket edebilmesi, hemen hemen her yere gidebilmesi nedenleri ile uçaklarla yapılamayan birçok özel görevlerde de kullanılabilirler. Ancak helikopterlerin uçma mekanizmaları uçaklara göre oldkça karışık, üretim maliyetleri de daha yüksektir. Helikopterleri çaklardan ayıran önemli özellikler, havada asılı durabilmeleri ve geri geri uçabilmeleridir.
Uçaklarda gerekli gücü motor sağlar ama asıl havada kalabilmelerini sağlayan kanatlarıdır. Helikopterlerde ise havada kalmayı sağlayan motora bağlı pervanelerdir. Onları bir çeşit dönen kanat olarak düşünebiliriz. Bir helikopterde iki veya daha fazla kanat olabilir.
Kanatlara hafif bir açı verilip, ana motor çalıştırılınca, dönen kanatlar helikopteri kaldırmaya çalışır. Yerde iken sorun yoktr ama havalanınca helikopterin gövdesi, pervanenin dönüş yönünün tersine dönmeye başlar. İşte burada bu hareketi durdurabilecek ilave bir güce ihtiyaç vardır.
Bu ilave gücü sağlamanın en kolay yolu, dönüş yönüne dik ilave ir pervane koymaktır. Buna kuyruk rotoru aynen çak pervanesi gibi bir itiş gücü yaratır ve helikopterin gövdesinin dönmesini dengeleyerek sabit kalmasını sağlar.
Kuyruktaki pervaneyi döndüren ayrı bir motor yoktur. Hareketini ana motordan bir şaft ile alır ve altındaki dişli kutusu vasıtası ile dönmesi gereken devire döner. Helikopterleri tam olarak kontrol edebilmek için ana ve kuyruk pervanelerinin ayarlanabilir olmaları gerekir. Kuyruk pervanesinde kanatların eğimlerinin, yani açılarının ayarlanması ile helikopterin kendi ekseni etrafında dönebilmesi sağlanır.
Ana pervane ise çok önemlidir. Yükseklik değiştirmeyi, ileri ve geri gitmeyi, dönmeyi o sağlar. Bunun için de inanılmaz derecede dayanıklı olması gerekir. İşin asıl sırrı ise ana pervanenin dönen kanatlarının eğiklik açılarının bir tam tur süresince değişmesidir.
Helikopterlerin havada hareketsiz kalabilmeleri için pervanelerin açıları da sabit olmalıdır. Bu açıları tüm kanatlarda aynı anda değiştirmekle alçalmave yükselme sağlanır. Kanatlar arka arkaya geldiklerinde açıları büyük, öne geldiklerinde daha küçük ise ileri doğru hareket, tersi durumda da geriye doğru hareket sağlanır.
Patlamış mısırın hikayesi beş bin yıl evveline, Amerika kıtasına kadar uzanıyor. Amerika yerlileri gıda için kullanılacak mısır ile içi daha sulu olan patlayabilir mısırların arasındaki farkı biliyorlardı.
Kolomb kıtaya ayak bastığında yerlilerin mısır kültürünü gördü, ama asıl ilgi 1510'lu yıllarda Güney Amerika'da terör estiren Hernanda Cortes'in Aztek'lerin dini ayinlerde ipe dizilmiş patlamış mısırları yediklerini görmesi ile başladı. Üstelik yerliler mısırı bir çeşit şişe geçirerek, tekrar tekrar ısıtarak veya kızgın kuma gömerek değişik şekillerde patlatarak yiyorlardı.
Amerika kıtasının keşfinden sonra Avrupa'ya getirilen ürünlerin içinde en ünlüleri patlamış mısır ve tütündü. Birincisine çok fazla yağ ve tuz ilave etmezseniz, kesinlikle ikincisinden daha sağlıklıdır. Ancak tüm mısır taneleri patlamaz. Patlayan mısırın gizemini yaratan iki faktör vardır: Mısır tanesinin içinin çok güzel bir ısı geçiş özelliğive müthiş bir mekanik mukavemete, yani sağlamlığa sahip kabuğu.
Mısıra dikkatli bakıldığında, etrafında kalın ve su geçirmez bir kabuk olduğu görülür. Bunun altında iki tabaka daha vardır. Tanenin bu iç kısımlarındaki moleküllerin sıralanış biçimi, normal mısır tanelerine göre daha düzenlidir. Bu sayede ısı normal tanelere oranla neredeyse iki misli hızla içine yayılabilir.
Kalın kabuk ısıtıldığında, tanenin içi de süratle ısınır ve içindeki su, basınçlı bir su buharı oluşturur. Isınma süresince gittikçe arrtan bu basınç, sonunda kalın kabuğun adeta infilak ederek yırtılmasına yol açar. Tane ilk boyutundan yaklaşık 30 misli büyür, içi dışına gelir, yani tanenin içindeki yumuşak kısım dışarı çıkarak yenilebilir kısmı oluşturur. Bu özelliği tabiatta başka hiçbir şeyde göremezsiniz. Belki biraz ekmeğin oluşumunu buna benzetebiliriz.
Bir mısır tanesinin ideal bir şekilde patlayabilmesi için, içinde en az yüzde 14 oranında su olması gerekir. Bunun altındaki oranlarda yine patlar ama kısmeen açılır, istenen sonuç alınamaz. Mısırın içerisindeki su oranını artırmak için, kapalı bir ortamda üzerine su serpiştirilmesi ve beklemeye bırakılmasının faydalı olacağı söylenir ama bu işlem mısırın içindeki su oaranını en fazla yüzde 1 artırır. Bir mısırı iğneyle delerseniz, bir fırında veya güneş altında bekletirseniz, 150 derecenin altında ısıtırsanız, yukarıda bahsedilen suyun buharlaşması, basınç ve infilakın hiçbiri gerçekleşmez.
İnsanoğlunun ilk hesap makinesi abaküslerdir ve abaküse benzeyen ilk araçlar bundan 3,000 sene önce kullanılmıştır. Otomatik hareketlerden yararlanan ilk toplama makinesini Blaise Pascal geliştirmiştir. Pascal bu makineyi tasarlarken, bir tarafa doğru döndürülen dişli çarkların hareketinden faydalanmıştır. Daha sonra Leibniz aynı prensiple çarpma işlemi de yapabilen bir makine daha geliştirmiştir.
Hesaplamada elektronik sistemin öncüsü İngiliz bilim adamı Charles Babbage'dir. Babbage'nin Analitik Motor adını verdiği cihaz, belli bir programlama içinde hesapları otomatik olarak yapabilmekteydi.
Gerçek anlamda bilgisayarlar, 1941 yılında Berlin'de Kondrad Zuse tarafından geliştirilmiştir. Onun yaptığı bilgisayar, elektron lambalarından oluşuyordu ve aynı yıllarda Busines Machines Corporation adlı firmanın yaptığı otomatik bilgisayardan çok daha hızlı çalışıyordu.
1946'da, Amerikalı J. Presper Erchert ve John W. Mauchly, yüksek işlem hızına sahip tam elektronik ilk sayısal bilgisayarı geliştirdiler. 17,500 civarında elektron tüpü, 1,500 röle, 70,000 direnç ve 10,000 kondansatörden oluşmuş 30 ton ağırlığındaki bu dev makina, on haneli 5,000 sayıyı bir saniye içinde toplayabiliyordu.
Sonraki yıllarda inanılmaz bir süratle geliştirilen bilgisayarlar, bilgiyi çabuk ve doğru bir şekilde işleme ve saklama özellikleri nedeniyle, kısa sürede günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldiler. Bilgi üretimi ve dolaşımı hızlandı. Bu gelişmeler sayesinde, bir toplumun bütün bireylerinin bilgiye kolayca ulaşmaları ve onu tüketmeleri mümkün oldu.
Bilgi toplumunun oluşumunu hızlandıran bu gelişmelerin yanısıra, basımevlerinden uzay gemilerine kadar hemen bütün makina ve araçların kontrolünü de bilgisayarlar üstlenmeye başladı. Böylece insanlar uzun süre alan ve oldukça karmaşık olan yorucu ve bıktırıcı işlerden kurtuldular.
Yaklaşık iki yıl.
10 Aralık 1945'te Colorado'nun Fruita şehrinde semiz bir horoz yavrusunun kafası kesildi ve bu horoz yavrusu yaşamaya devam etti.Bu horozun kafasını kesen balta inanılmaz bir biçimde horozun şahdamarını ıskaladı ve beyin sapının yaşamasına,hatta büyümesine yetecek kadarlık kısmını boynunda bıraktı.
Mike olarak tanınan bu horoz ulusal bir şöhret olarak ülkeyi dolaştı;Time ve Life dergilerinde çıktı.Sahibi Llody Olsen ABD'nin tamamında düzenlediği etkinliklerde "Kafası Olmayan İnanılmaz Horoz Mike"ı görmek için 25sent ücret aldı.Mike kart bir pilicin kafasını alarak eksiksiz bir biçimde boy gösterebilecek durumdaydı.Aslıda Mike'ın kafasını Olsen'in kedisi yemişti.Mike şöhretin doruğunda ayda 4500 dolar kazanıyordu ve kendisine 10.000 dolar değer biçiliyordu.Onun başarısı,piliçlerin kafasını kesen bir dizi taklitçiyi beraberinde getirdi,ama bu taklitçilerin talihsiz kurbanlarından biri 1-2 günden fazla yaşamadı.
Mike'ın yemeği ve suyu bir göz damlalığıyla veriliyordu.Kafasını kaybetmesinin ardından geçen 2 yıllık süre zarfında yaklaşık 2,7 kilo aldı ve mutlu bir biçimde boynuyla yiyecekleri "gagalayarak" ve tüylerini düzelterek vaktini geçirdi.Mike'ı çok iyi tanıyn biri şu yorumu yaptı:"O,kafası olmadığının farkında olmayan büyük,şişman bir piliçti."
Felaket,Ariziona'nın Phoenix şehrindeki bir otel odasında geceleyin meydana geldi.Mike'ın nefesi tıkandı ve Olsen'in korktuğu başına geldi:Göz damlalığını önceki günkü gösteride bırakmıştı.Solunum yollarını açamayınca,Mike nefesi kesilerek öldü.
Bir yılan 3 yıl uyuyabilir.
Bal bozulmayan tek gıdadır.
Ördeğin sesi yankı yapmaz.
Deniz yıldızlarının beyni yoktur.
Üzüm mikrodalga fırında patlar.
İnsan yılda en az bin 460 rüya görür.
İçtiğimiz sular 3 milyar yaşındadır.
Karınca iki hafta su altında yaşayabilir.
İnsan kalbi dakikada 60-80 defa çarpar.
"Pi" sayısının bir milyarıncı rakamı 9'dur.
Dünyada insanlardan daha çok tavuk var.
İnsanın kalça kemiği betondan daha sağlamdır.
Türkiye'de Mehmet adında 1 milyon 229 kişi var.
Sabahları elma kahveden daha fazla uykunuzu açar.
Yerçekimsiz ortamda mum alevi küre şeklinde olur.
Otomobil sayısı insan sayısından 3 kat daha hızlı artıyor.
Doğum gününüzü en az 9 milyon kişiyle paylaşıyorsunuz.
Bir bardak sıcak su, buzdolabında soğuk sudan daha çabuk donar.
Dünyada bir yılda gerçek paradan daha fazla Monopol parası basılıyor.
Eksi 90 derecede nefesimiz, havanın ortasında donar ve düşer.
Vücudumuzdaki tüm damarları uç uca ekleseniz 19 bin 200 kilometre eder.
Çin'de İngilizce konuşan kişi sayısı Amerika'dan daha fazladır.
Elma, soğan ve patatesin tadı aynıdır. Fark sadece tamamen kokularından kaynaklanır. Aslında hepsi tatlıdır.
13 rakamının uğursuz olarak bilinmesi nedeniyle ABD'de birçok otelde 13.katta oda bulunmaz.
En uzun boylu insan 1940 yılında ölen 2.72 metre boyunda ABD'li R.P. Wadlow olmuştur.
Kibrit kutusu büyüklüğündeki altın külçesi yufka gibi açılarak bir tenis kortu büyüklüğüne kadar yırtılmadan uzatılabilir.
İnsan daha çok oksijen alabilmek ve vücudundaki karbon gazını boşaltmak için esner.
İnsan bir günde 28-33 bin litre hava, 500-700 litre oksijen, 2 kilogram yiyecek tüketir.
Dünyanın en hızlı kuşu boğazlı kırlangıçtır.3 saniye süreyle saatte 128 km. sürate ulaşmıştır.
Ünlü basketbolcu Michael Jordan bir yılda Nike'tan Nike'ın Malezya fabrikası personelinin hepsinden fazla para kazanıyor.
ABD, Ohio'da lisans olmadan fare yakalamak yasaktır.
Eğer aynı zamanda aksırır, hıçkırır ve gaz çıkarırsanız, patlarsınız.
Aşık olduğumuzda beynimiz "phenylethylamine" üretir. Bu kalp atışınızı hızlandırır ve sizi mutlu yapar. Bu kimyasal madde çikolatada da vardır.
Uzayda yerçekimi olmadığı için astronotlar ağlayamaz.Çünkü gözyaşı aşağı düşmez.
Birinci Dünya Savaşı'nda Fransa ülkedeki tüm taksileri devraldı ve askerler cepheye bu taksilerle taşındı.
1994 Dünya Kupası'nda, Bulgaristan futbol takımının 11 oyuncusunun hepsinin isminin sonu "OV" ile bitiyordu.
Sivrisinek kovucu spreyler sinekleri kovmaz,sizi gizler.
Sivrisineğin alıcılarını bloke ederek sizin orada olduğunuzu anlamalarını engeller.
Kahve sarhoş bir insanın ayılmasına yardımcı olmaz. Hatta çoğu zaman alkolün etkisinin artmasına yol açar.
Klinik ölüm sonrası insan 5 dakika içinde hayata geri getirilebilir. 5 dakika sonra beyin hücreleri ölmeye başlar, ama yine de bu süreyi 5dakika daha uzatmak mümkündür.
İnsan uzun süre bir böbrek ve bir akciğerle, midesiz, dalaksız yaşayabilir, ama karaciğersiz bir dakika bile yaşayamaz.
Bir kilo limonda bir kilo çilekten daha fazla şeker vardır.