Content feed Comments Feed
YOUR ADSENSE CODE HERE ... 728 X 90

Karevel ne zaman kullanıldı ?

Kaptan Henry'nin, keşif merakından başka önemli bir özelliği daha vardı: Gemiler yapmak. Afrika'yı keşfedebilmek için, uzun yolculuklara dayanabilecek ve hız yapabilecek bir gemiye gerek duyan Henry, kravel'i(küçük yelkeni gemi) inşa etti.Atlantik Denizi'nin kısa sürede pek çok deniz serüvenine sahne olacağını tahmin eden kaptan Henry, bu yolculuklar için uygun araçlar gerektiğini farkederek, bu konuyua önem verdi. ...

Vikingler,Kuzey Amerika'ya ne zaman ulaştı ?

Ülke keşfetme konusunda benzerleri arasında en başarılı toplum , Vikingler'dir.Doğuştan gemici ve uzman kaptan olan bu toplum, o zamna dek çoktan Akdeniz'i tanıyıp.Kuzey'in pek de dost görünmeyen bölgelerini keşfetmeye çıkmışlardı.İlgilerini en çok çeken kıta ise Grönland idi.Buraya ulaşan ilk Viking,Kızıl Erik'ti.(980) Bir süre sonra Erik'ten ses çıkmayınca...

İsveçliler, Rus Ordusu'nu ne zaman geriletti.

1700 yılında,Finlandiya Körfezi'nde bulunan Narva adlı küçük bir kentte yapılan savaş, İsveçlilerin Baltık'taki egemenliğinin ilk adımı sayılır.Narva'da bulunan 100 kişilik küçük bir garnizon, o bölgeyi almak isteyen 60 bin kişilik Rus Ordusu'nun saldırsına uğrayınca, İsveçliler önce iyice direndiler.Ama,Rus Ordusu çok güçlü idi.Narva'nın düşmesine çok az kala, Kral XII.şARLI'IN durumu önceden......

Eski Uygarlıklar

Nil Nehri yataklarında gelişen Mısır uygarlığı , bıraktığı kültür ve sanat hazinelerei ile dünya uygarlığında önemli bir yer tutar. Geride bıraktığı tapınaklar , mezarlar , mücevherler ve yazılar ile en zengin uygarlıklardan biri olan bu uygarlıktanieski Mısır'ı neredeyse gözümüzün önünde canlandırabiliriz.Firavunlar ve rahipler gibi ilginç kişilerden başka,dönemine göre çok gelişmiş bir topluma sahip olan Mısırlılar,bıraktıkları resimler aracılığı ile uygarlıklarının ince ayrıntısna dek öğrenilebilmesini sağladır...

İlk Keşifler ne zaman yapıldı ?

İlk ilginç keşif,M.Ö. 600 yılında Mısır'da Firavun II.Necho döneminde yapıldı.Firavun,Afrika'nın çevresini,Kızıldeniz'den geçerek Nil Deltası'na dönecek şeklide dolaşasını zorunlu kılarak,bir yarışma düzenledi.Bu yarışmada görev verdiği toplum ise, Fenekeliler idi...

İlk mamuta ne zaman rastlandı?

Mamut,bildiğimiz filin gerçek atası olmakla birlikte, ikisinin aynı kökenden geldikleri söylenebilir.Enon Jeolejik Dönem'de yaşaması nedeniyle, mamutun,insanla aynı dönemde oluştuğunu söyleyebiliriz.Bu hayvana ait ayrıntılı fosiller, Sibirya'da bulundu.Onbinlerce yıl önce yaşayan ve çok az bozulmuş bir mamut ölüsüne, 1899 yılında Sibirya, Berezovka'da rastlandı. Bu içinde kaldığı için çürümeyen hayvan, buzların çözülmesi sonucu...
CahayaBiru.com

Uzaya Gidip Sağlam Dönenen İlk Canlılar Kimlerdir ?

Gönderen oyunmercegi 12 Haziran 2011 Pazar






Amerika Birleşik Devletleri, 28 Mayıs 1959 günü saatte 16.000 kilometre hızla yol alan orta menzilli bir Jüpiter balistik füzesinin burun hunisinde Able adında 3.5 kiloluk erkek bir Hint maymunuyla yarım kilo ağırlığında Baker adındaki bir dişi maymunu uzaya fırlattı.

Hayvanların kalp atışları, kas tepkileri, kan basıncı, solunumları, ısıları gibi gösterecekleri çeşitli tepkiler uçuşu sırasında radyolarda yayınlandı. Dönüşte kapsülün önce atmosferle teması sonucu, sonrada paraşütle azaldı. Atılıştan 1 saat 33 dakika sonra da Güney Atlas Okyanusu’na indi. Deniz Kuvvetleri, balıkadamları kapsülü Antigua’nın kuzeyinde denizden çıkardılar. Maymunlara hiçbir şey olmamıştı.
Able ve Baker uzaya gidip sağ salim dönen ilk canlılar oldular.
Able, uçuş sırasında organlarının tepkisini belirlemek için karnına yerleştirilmiş olan elektrodu çıkarmak amacıyla ameliyat edilirken 1 Haziran 1959 günü öldü. Maymunu ameliyat eden hekimler ölümün uçuşan değil, anesteziden ileri geldiğini söylediler.
Baker’in karnındaki elektrod ise, 2 Haziran 1959 günü hayvana anestezi yapılmadan ve bir zarar meydana gelmeden çıkarıldı.

Charles Darwin

Gönderen oyunmercegi

(1809 -1882) Düşünce tarihinde pek az bilim adamı Darwin ölçüsünde tepki çekmiştir. Evrim kuramını içine sindiremeyenler onu hiç bir zaman bağışlamamışlardır. Yaşadığı dönemde, "Maymunla akrabalık bağın annen tarafından mı, baban tarafından mı?" diye alaya alınmıştı. Günümüzde ise daha ileri giden, onu bir "şarlatan", dahası bir "şeytan" diye karalamak isteyen çevreler vardır.

Bir bilim adamına gösterilen bu tepkinin nedeni neydi? Darwin kimdir, ne yapmıştı?

Darwin küçük yaşında iken de horlanmıştı, hem de babası tarafından: "Seni, anlaşılan, ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiç bir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin, kendin ve ailen için yüz karası olacaktır!"

Geleceğinin yüz karası olacağı söylenen çocuk, biyolojinin anıt yapıtı Türlerin Kökeni'nin yazarı, tüm çağların sayılı bilim adamlarından biri olur.

Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Charles Darwin, sekiz yaşına geldiğinde annesini yitirir. Çocuğunun iyi yetişmesi yolunda hiç bir şey esirgemeyen babası başarılı ve saygın bir hekimdi. Dedesi Erasmus Darwin, evrim konusuyla ilgilenen tanınmış bir doğa bilginiydi.

Entellektüel bir çevrede büyüyen Charles okulda parlak bir öğrenci değildi. Öğretmenleri arasında ona "aptal" gözüyle bakanlar bile vardı. Oysa bu bakış, yüzeysel bir izlenimi yansıtmaktaydı; sıkıntı Charles'ın okul programıyla bağdaşmayan kendine özgü ilgilerinden kaynaklanıyordu. Hayvanlara, özellikle böceklere derin bir ilgisi vardı. Daha küçük yaşında onu saran bu ilgi, ilerde belirginlik kazanan üstün gözlemleme yeteneğinin itici gücüydü.

Üniversitede, ilk iki yılını alan tıp öğrenimi başarısız geçer. Dönemin tartışma konuları arasında onu yalnızca canlıların kökeni sorunu ilgilendirmekteydi. Ama babası umudunu tümüyle yitirmek istemiyordu; hekim olmak istemeyen oğlunu hiç değilse din adamı olmaya ikna eder.

Edinburg'dan Cambridge Üniversitesine geçen delikanlı burada da, teoloji öğreniminin yanı sıra böcek toplama etkinliğini sürdürür; oluşturduğu zengin koleksiyonla bilim çevrelerinin beğenisini kazanır. Bu arada botanik ve jeoloji derslerini de izlemekten geri kalmaz.

Yirmi iki yaşında üniversiteyi bitirir, ama kilisede görev almaya yönelik değildir. Bir rastlantı, aradığı olanak kapısını ona açar. Güney Amerika kıyılarından başlayarak uzun süreli bir araştırma gezisine çıkmaya hazırlanan kraliyet gemisi Beagle'e doğa araştırmacısı aranmaktaydı. Botanik profesörünün tavsiyesi üzerine Darwin'e, masraflarını kendisinin karşılaması koşuluyla, bu görev verilir. Ancak genç bilim adamının babasının desteğini sağlaması kolay olmaz.

1831'de başlayan geziye Darwin beş yıl süren yoğun ve çetin bir uğraşla, dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler toplar; gözlemsel bilgiler edinir, notlar alır. Doğa onun için tükenmez bir laboratuvardı. Özellikle Gallapagus adalarındaki dev kaplumbağalar ile kuşlar üzerindeki gözlemleri, değişik çevre koşullarında türlerin nasıl oluştuğu konusunda ona önemli ipuçları sağlamıştı. Kimi türlerin çevreyle uyum kurarak sürdürdüğü, kimi türlerin ise değişen koşullarda uyumsuzluğa düşerek yok olduğu izlenimi kaçınılmazdı.

Ülkesine döndüğünde Darwin'in yapması gereken şey, topladığı bilgileri işlemek, evrim olgusuna kanıtlara dayalı açıklık getirmekti. Ne var ki, bu kolay olmayacaktı. Bir kez toplanan gözlem verilerinin düzenlenmesi bile yıllar alacak bir işti. Sonra, evrim konusu dikenli bir sorundu; yerleşik önyargılara ters düşmek kolayca göze alınamazdı.

Darwin incelemelerinden türlerin sabit olmadığını, uzun süreli de olsa, çevre koşullarına göre değiştiğini öğrenmişti. Ama "evrim" denen bu değişimin düzeneği neydi? Bu soruya yanıt arayışı içinde olan Darwin'e 1838'de okuduğu bir kitap ışık tutar. Thomas Malthus'un yazdığı Nüfus Üzerine Deneme adlı bu kitap ilginç bir tez ortaya koyuyordu: canlılar için yaşam bir var olma ya da yok olma savaşımıdır; çünkü, hemen her çevrede, nüfus artışı beslenme olanaklarını kat kat aşmaktadır. Bu savaşımda güçlüler karşısında zayıf kalanlar yok olup gider; çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenirken, uyum kuranlar çoğalır.

19. yüzyılın acımasız kapitalizminin "laissez faire et laissez passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganında da yansıyan bu düşünce, Darwin'in yirmi yıl sonra açıkladığı evrim kuramının özünü oluşturur: doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenekti.

Evrim düşüncesi, insanın kendi varlık kökenini bilme merakım da içermektedir. İlkel topluluklarda bile kendini açığa vuran bu merakın özellikle mitoloji ve dinlerin oluşumundaki rolü yadsınamaz. Ancak bilim öncesi açıklamalar masalımsı birer öğreti niteliğindedir. Her şey gibi insan da Tanrısal gücün ürünüdür. Gelişmiş dinlerde bile evrim düşüncesi yer almamıştır.

Evrimden ilk söz edenler, M.Ö. 6. yüzyılda yaşayan İyonya'lı filozoflar olmuştur. Thales tüm nesneler gibi canlıların da sudan oluştuğu savındaydı. Daha çarpıcı görüşü onu izleyen Anaximander'de bulmaktayız: "Canlıların kaynağı denizdir. Başlangıçta balık olan atalarımızdan bugünkü formumuza evrimleşerek ulaştık." Gene o dönemin bir başka filozofu, Herakleitus, canlıların gelişmesinde aralarındaki çatışmanın rolüne değinir. Bunlardan ikiyüz yıl sonra gelen antik çağın ünlü filozofu Aristoteles'te evrim düşüncesi daha belirgindir. Onun görüşünde aşağıdaki ilginç noktaları bulmaktayız:

(1) Canlıların en ilkel düzeyde kendiliğinden oluştuğu,

(2) Organizmaların basitten daha karmaşık formlara doğru geliştiği,

(3) Canlıda organların ihtiyaca göre oluştuğu.

Ancak ortaçağ teolojisinde bu tür düşüncelere yer yoktu. Gerçek kutsal kitaplarda açıklanmıştı. Evrim düşüncesi bir sapıklıktı.

Evrime bilimsel yaklaşım, Aydınlık Çağı'nın sağladığı göreceli özgür düşünme ortamını bekler. Bu alanda ilk adımı Fransız doğa bilimcisi Buffon'un attığı söylenebilir. Buffon, canlıların sınıflanmasına ilişkin Aristoteles sistemini düzeltme ve geliştirme amacıyla çalışmaya koyulur. İlgilendiği konuların başında evrim geliyordu. Fosil ve diğer kanıtlara dayanarak canlı türlerin evrimle oluştuğu görüşüne ulaşmıştı. Ama kilisenin sert tepkisiyle karşılaşınca, Buffon, "Kutsal kitapta bildirilenlere ters düşen sözlerimi geri alıyorum" diyerek sessizliğe gömülür.

Ünlü isveç botanikçisi Linnaeus'un modern sınıflama yöntemine ilişkin çalışması evrim düşüncesine destek sağlayan başka bir girişimdir. Darwin'in dedesi Erasmus Darwin de, Buffon gibi, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştiği görüşündeydi.

Bu görüşü geliştiren Fransız doğa bilgini Lamarck ise evrim konusunda oldukça tutarlı ilk kuramı oluşturur. Kısaca, "canlıların yaşam dönemlerinde kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişikliklerin (bunlar çevre koşullarının etkisinde ortaya çıkabileceği gibi, organların kullanış veya kullanışsızlık nedeniylede olabilir) kalıtsal yoldan yeni kuşaklara geçtiği" diye özetleyebileceğimiz bu kuram, sağduyuya yatkın görünmesine karşın, bilim dünyasında beklenen ilgiyi bulmaz.

Kuramın olgusal içerik yönünden yetersizliği bir yana, bilinen kimi gözlemsel verilere ters düşmesi benimsenmesine olanak vermiyordu. Açıklama gücünü bugün de koruyan, daha kapsamlı ve tutarlı evrim kuramını Darwin'e borçluyuz. 1859'da yayımlanan Türlerin Kökeni adlı yapıtta ortaya konan bu kuramın benimsenmesine ortam hazırdı. Kısa sürede bir kaç yeni basım yapan kitap, insanlığın dünya anlayışında eşine pek rastlanmayan köklü bir devrime kapı açmaktaydı.

Dönemin seçkin bilginlerinden T. H. Huxley'in şu sözlerinin çağdaşı pek çok bilim adamının duygularını dile getirdiği söylenebilir: Biz türlerin oluşumuna ilişkin, doğruluğu olgusal olarak yoklanabilir bir açıklama arayışı içindeydik. Aradığımızı Türlerin Kökeni'nde bulduk. Kutsal kitabın masalımsı açıklaması geçerli olamazdı. Bilimsel görünen diğer açıklamaları da yeterli bulamıyorduk. Darwin kuramı her yönüyle bilimsel yeterlikte idi.

Kuramın dayandığı iki temel nokta vardır:

(1) Canlı dünyada, yeni türlerin oluşumuna yol açan sürekli ama yavaş giden değişim;

(2) "Doğal seleksiyon" dediğimiz evrim sürecini işler kılan düzenek.

Birinci nokta, türlerin sabitliği varsayımını içeren yerleşik öğretiye ters düşmekteydi. İkinci nokta, evrimin tüm ereksel görünümüne karşın salt mekanik terimlerle açıklanabileceğini göstermekteydi.

Darwin kuramının özünü oluşturan doğal seleksiyon, başlangıçtan günümüze değin, değişik eleştirilere uğramıştır. Bu nedenle, ilkenin öncelikle açıklığa kavuşturulması gerekir. Darwin'in evrim kuramı, gözlenebilir üç olgu ve iki ilke içerir.

İlk olgu, üreme biçimleri ne olursa olsun, canlıların geometrik diziyle çoğalma eğilimidir.

İkinci olgu, bu eğilime karşın türlerde nüfusun aşağı yukarı sabit kaldığıdır. Bu iki olgudan, Darwin 'yaşam savaşımı' ilkesine ulaşır.

Üçüncü olgu, canlıların (bir türü hatta bir aileyi oluşturan bireylerin bile) az ya da çok belirgin farklılıklar sergilemesidir. Yaşam savaşımı ilkesiyle birleşen bu olgu Darwin'i temel ilkesi olan doğal seleksiyon düşüncesine götürür. Belli bir çevrede farklı özellikler taşıyan bireyler arasında yaşam savaşımı varsa, doğal koşullara uyum bakımından, özellikleri üstünlük sağlayan bireylerin (veya türlerin) egemenlik kurması, diğerlerinin elenmesi kaçınılmazdır.

Evrim sürecinin dayandığı bu düzeneğe, tüm eleştiri ve uğraşlara karşın, daha geçerli diyebileceğimiz bir alternatif bulunamamıştır. Ayrıntılarında kimi değişikliklere uğramakla birlikte, kuramın sürgit Darwinci kalmayacağını gösteren herhangi bir belirti yoktur ortada!

Newton, yerçekimi ilkesiyle devinim yasalarının, yersel ya da göksel, tüm nesneler için geçerli genellemeler olduğunu göstermişti. Darwin de yaşam savaşımı, doğal seleksiyon, çevreye uyum gibi bir kaç ilke içeren kuramıyla evrim olgusuna bilimsel açıklama getirdi; insanın ottan çiçeğe, amipten maymuna uzanan canlı dünyanın bir parçası olduğunu gösterdi.

Carl Friedrich Gauss

Gönderen oyunmercegi






Fakir bir Alman ailenin çocuğu olan ve "Matematiğin Prensi" olarak anılan Gauss'un (1777-1855) dehası çok erken yaşlarda kendini göstermiş ve konuşmayı öğrenmeden önce toplama ve çıkarma yapmayı öğrenmiştir.

Güç koşullar altında sürdürdüğü eğitimini, 14 yaşındayken bir asilin sağladığı destekle güvence altına alabilmiştir. 16 yaşında Eukleides Geometrisi'nin alternatifi olacak yeni bir geometri tasarlamış ve 18 yaşındayken Lagrange ve Newton'un eserlerini incelemiştir.

Üniversitede öğrenciyken, sadece pergel ve cetvel kullanarak 17 kenarlı düzgün bir çokgenin çizilmesi metodunu bulmuştur. Bu buluşundan çok mutlu olmuş ve mezarının üzerine bu çokgenin oyulmasını istemiştir. Archimedes tarafından başlatılan bu geleneğin birçok matematikçiyi etkilediği anlaşılmaktadır.

Sayılar teorisi üzerine yazmış olduğu ilk büyük eseri "Disquistiones Arithmeticae" (Aritmetik Araştırmaları) ona şimdiki ününü kazandırmıştır. Eseri okuyan Lagrange, Gauss'a şunları yazmıştır: "Eseriniz sizi bir anda birinci sınıf matematikçiler arasına yükseltmiştir. Uzun zamandan beri yapılmış en güzel analitik keşfi ihtiva eden son bölümü çok önemli kabul ediyorum."

Gauss'un bu yapıtı modern sayılar teorisine temel olmuştur. Ona göre, sayılar teorisi çok önemlidir: "Matematik, bilimlerin kraliçesi olduğu gibi, sayılar teorisi de matematiğin kraliçesidir." Yeni yüzyılın ilk gününde (1 Ocak 1801) Ceres adı verilen gezegenciğin bulunması, Gauss'un astronomiye ilgisini uyandırmıştır; az sayıda gözlemden yararlanarak bu gezegenciğin yörüngesini hesaplama sorununu, Gauss, 8. dereceden bir denklem yardımıyla çözmüştür.

1802'de bulunan diğer bir gezegencik olan Pallas ile de ilgilenmiştir. İkinci eseri, bu iki gezegenciğin hareketleriyle ilgilidir. 1821 yılında Gauss, resmi bir jeodezi araştırmasına bilim danışmanı olmuş ve bu görevi ona yüzeyler ve haritacılıkla ilgili yeni teoriler ilham etmiştir.

Yıllar geçtikçe Gauss'un ilgisi matematiksel fiziğe ve karmaşık geometri araştırmalarına yönelmiştir. Bu dönemde Yer'in magnetik alanı üzerine deneysel çalışmalar yapmış ve uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak etkileyen kuvvetler kuramını ileri sürmüştür.

1833 yılında Weber ile birlikte bir elektrik telgrafı kurmuş ve bununla düzenli mesajlar göndermiştir. Onun elektromagnetizm ile ilgili araştırmalarının 19. yüzyılda fizik biliminin gelişmesine büyük katkısı olmuştur.

Günlüklerinin ve mektuplarının ortaya çıkması, bazı önemli düşüncelerini kendisine saklamış olduğunu göstermiştir; bu belgelerden, Gauss'un 1800 gibi erken bir tarihte, eliptik fonksiyonları keşfetmiş olduğu ve 1816'da Eukleides-dışı geometriyi bildiği anlaşılmaktadır. Eukleidesçi uzay kavramının apriori (önsel) olduğunu savunan Kant'ın isabetliliğinden kuşkulanmış ve uzayın gerçek geometrisinin ancak deneyle bulunabileceğini düşünmüştür.

Gauss sadece bilimsel konularla ilgilenmemiştir; Avrupa edebiyatı, Yunan ve Roma klâsikleri, Dünya politikası, botanik ve mineroloji gibi konular da ilgi alanına girmektedir. Ana dili Almanca ile birlikte, Latince, İngilizce, Danimarkaca ve Fransızca okuyabildiği ve yazabildiği bilinmektedir; 62 yaşında bu dillere Rusça'yı da eklemeye karar vermiş ve iki yıl içinde bu dili de öğrenmiştir.

Büyük Plinius

Gönderen oyunmercegi

Eski Romalı doğa bilgini ve ansiklopedi yazarı Plinius’un, Historia Naturalis adlı yapıtı, en geniş kapsamlı ilk ansiklopedi olarak kabul edilir. Tam adı Gaius Plinius Secundus’tur ve "Genç Plinius" adıyla tanınarak konsüllüğe dek yükselmiş ünlü bir yazar olan yeğeni Gaius Plinius Caecilius Sencundus’tan ayırt etmek üzere "Büyük Plinius" diye anılır.

Şövalye sınıfından varlıklı bir ailenin oğlu olan Büyük Plinius, edebiyat, güzel söz söyleme sanatı ve hukuk okuyarak iyi bir öğrenim görmesi için, on iki yaşındayken Roma’ya gönderildi. 47’de, toplumun yalnızca üst sınıflarına tanınmış bir hak olan devlet memurluğunun ilk aşamasındaki askerlik görevine başladı ve Germanya’daki bir süvari birliğinin komutanlığına getirildi.

Askerlik ve tarih konusundaki yapıtlarıyla ilk yazarlık ürünlerini verdiği bu on yıllık görev süresinin bitiminde, İtalya’ya döndü ve büyük olasılıkla Roma’da hukuk öğrenimini tamamlayarak avukatlığa başladı.

Siyasal bir görev almaktan kaçınıp, yalnızca dil bilgisi, konuşma sanatı gibi sakıncasız konularda yapıt verdiği ve yoğun bir araştırmaya yöneldiği o yıllar, Neron’un imparatorluk dönemine rastlar.

Plinius, bilim tarihindeki yerini, o güne değin edinilmiş tüm bilgileri derlemek amacıyla kaleme aldığı, insanlık tarihinin ilk ansiklopedisi sayılan dev yapıtına borçludur. "Doğa Tarihi" adı altında birleştirilmiş otuz yedi kitaptan olşan bu yapıt, 500’e yakın Eski Yunanlı ve Romalı yazarın bıraktığı 2 bini aşkın kitabın içeriğinden özetlenmiş yoğun bir bilgi derlemesidir.

Tüm yaşamını her konuda bilgi derlemeye adayan ve yorulmak bilmez bir araştırmacı olan Plinius’un ansiklopedisi, ne yazık ki duyduğu her bilgiyi ayrım yapmaksızın ve sınamaksızın yapıtına aldığı için çük büyük yanlışlarla doludur ve bilimsel olmaktan çok uzaktır.

Özellikle hayvanlarla ilgili bölümlerinde efsane yaratıklara, garip canavarlara ve bu yaratıklar üzerine söylenmiş inanılmaz öykülere yer vermesi, yapıtın bilimsel değerine büyük ölçüde gölge düşürmüşse de, Eskiçağ sanatına ilişkin son ciltlerin belgesel değeri ve Yunanca bitki ya da hayvan adlarının Latince karşılıklarını veren terimleme çalışmaları, yapıtın ününün bugüne değin süregelmesi için yeterli olmuştur.

Buzcani

Gönderen oyunmercegi

Yazmış olduğu eserlerle astronomiye büyük hizmetlerde bulunan Ebu'l-Vefâ el-Buzcâni (940-998), küresel astronomide karşılaşılan sorunların çözülebilmesi için, yeni trigonometrik bağıntıların keşfedilmesi suretiyle trigonometrinin geliştirilmesi gerektiğini anlamış ve araştırmalarını daha ziyade bu alana yöneltmiştir.

Habeş el-Hâsib ve el-Mervezi gibi önemli matematikçileri izleyerek, tanjant ve sekant fonksiyonlarını tanımlamış ve trigonometrik fonksiyonların yayların büyüklüğüne göre değişen değerlerini 15 dakikalık aralıklarla hesaplayarak tablolar halinde sunmuştur. El-Mervezi'nin tabloları, tanjant ve kotanjantı yayın fonksiyonu olarak vermediği gibi, Ebu'l-Vefâ'nınkiler kadar sağlıklı da değildir.

Ebu'l-Vefâ, * ve * toplam ve farkları 90 dereceden küçük iki yay ve * * * olmak şartıyla, sin (* + *) - sin * * sin * - sin (*-*) eşitsizliğini bulmuş ve sonradan kendi adıyla anılan bu teoremi kullanarak sin 30 dakikanın değerini sekiz ondalığa kadar doğru bir biçimde hesaplamıştır.

Aynı zamanda birim dairenin yarıçapını 1 olarak kabul eden Ebu'l-Vefâ'nın bu alandaki uğraşları, trigonometrik fonksiyonların yaya bağlı değerlerinin daha doğru hesaplanabilmesi yolundaki çabalara güzel bir örnek teşkil etmiştir. Ayrıca, sin * ve sin * bilindiğinde, sin (* * *)'dan hareketle, 2 sin² */2 * 1 - cos * ve sin * * 2 sin */2 . cos */2 bağıntılarını bularak, yarım açının sinüs ve kosinüsünün hesaplanmasını sağlamıştır.

Ebu'l-Vefâ el-Buzcâni, küresel üçgenlerin çözümünde kullanılan çeşitli bağlantıları bulmak suretiyle bu konunun gelişmesine de büyük hizmetlerde bulunmuştur. Müslüman matematikçiler tarafından Şeklü'l-Katta, yani Kesenler Teoremi diye adlandırılan Menelaus Teoremi'ni kullanarak bir dik açılı küresel üçgende, sin a / sin c * sin A ve tg a / tg A * sin b eşitliklerinin geçerli olduğunu göstermiş ve bu eşitliklerden cos c * cos a . cos b eşitliğini çıkarmıştır.

Dik açılı olmayan küresel üçgenler için sinüs teoremini ilk defa onun bulmuş olması pek muhtemeldir. Ebu'l-Vefâ, matematiğin diğer bazı dallarına da önemli katkılarda bulunmuştur. Bağdat'ta yaptığı gözlemlerle ekliptiğin eğimini ölçmüş, mevsim farklarını bulmak için ekinoksları gözlemlemiş, ayrıca Bağdat'ın enlemini ölçmüştür.

El-Zic el-Vâzıh adlı bir de zic hazırlamıştır. Astronomide ilk müşterek çalışma örneğini vermiştir. Beyrûni ile ilişki içinde olan Ebu'l-Vefa Bağdat'ta, Beyrûni ise Harezm'de 997 yılındaki Ay tutulmasını gözlemlemişler ve her iki kentteki tutulma farkını bir saat olarak bulmuşlardır. Buradan iki kent arasındaki boylam farkını doğru olarak saptama olanağını elde etmişlerdir. Ayrıca her iki bilim adamı da tutulma düzlemini 23 derece 37 dakika olarak belirlemişlerdir.

Ebu'l-Vefâ, çalışmalarını iki farklı gözlem evinde yürütmüştür. Bunlardan birisi Şemsüddevle ve diğeri ise kendi gözlemevidir. Bu ikincisinde onun büyük boyutlu aletler yaparak dakik gözlemlerde bulunduğu söylenmektedir.


Kaynak: www.bilimadamlari.net

Blaise Pascal

Gönderen oyunmercegi






Fransız matematikçisi, fizikçisi, filozofu ve yazarı (1623-1662).

Clermont-Ferrand'da, kültürlü bir yüksek kentsoylu ailede doğan Pas­cal çok küçük yaşta bilime merak sardı. 16 yaşındayken önemli geometri ve fizik kitapları yazdı, sonra da bir hesap makinesi icat etti.

İşte bu dönemde Janseniusçuluğu (kadere dayanan din öğretisi) keşfet­ti: bu öğretiye göre Tanrı, daha do­ğar doğmaz bazı yaratıklara inayetini bağışlıyor ve böylece, bu kişiler «kurtulacaklarından» emin olabiliyorlardı.

1647'de Paris'e yerleşen Pascal, çok hasta olmasına rağmen, hem bilimsel incelemelerini (boşluk üzerine denemeler), hem de toplum yaşantısını vargücüyle sürdürüyordu. Ama çok geçmeden, kızkardeşi Jacqueline'in etkisiyle, Port-Royal des Champs Manastırı'na çekilip orada bir yalnızlık hayatı sürmeğe başladı.

Janseniusçu dostlarını, Cizvitlere karşı sürdürdükleri kavgada savun­mak üzere, yazdığı Taşra Mektupları, papa tarafından yasaklanmıştı. 39 yaşında, en önemli eseri olan Hıristiyan Dininin Savunması'nı tamamlayamadan öldü. Hayatını ve eserini etkileyen dinî inanca sonuna kadar sadık kalmıştı.

BAZI ESERLERİ

Bilimsel incelemeler: Koniler Üzerine Deneme, Boşluğun İncelemesi, Çevrime İlişkin Değirmi Mektup.

Dinsel ve felsefî eserler: Aşkın ihtirasları Üzerine Konuşma, Anılar, Tanrı İnayeti Üzerine Yazılar, Hıristiyan Dininin Savunması (ölümünden sonra "Düşünceler" adıyla yayımlandı)

Biruni

Gönderen oyunmercegi

Facebook  Share




Biruni hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmişti. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.

Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Coğrafya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve "Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah'a tevbe ederim. Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah'tan yardım dilerim. Bâtıl Şeylerden korunmak için de Allah'tan hidayet isterim. İyilik O'nun elindedir!" demiştir.

Hayatı
Yaşadığı çağa damgasını vurup "Biruni Asrı" denmesine sebep olan zekâ harikası bilgin 973 yılında Harizm'in merkezi Kâs'ta doğdu. Esas adı Ebû Reyhan b. Muhammed'dir. Küçük yaşta babasını kaybetti. Annesi onu zor şartlarda, odunsatarak büyüttü. Daha çocuk yaşta araştırmacı bir ruha sahipti. Birçok kOnuyu öğrenmek için çılgınca hırs gösteriyordu. Tahsil çağına girdiğinde Hârizmşahların himayesine alındı ve saray terbiyesiyle yetişmesine özen gösterildi. Bu aileden bilhassa Mansur, Bîrûnî'nin en iyi bir eğitim alması için her imkânı sağladı.

Bu arada İbni Irak ve Abdüssamed b. Hakîm'den de dersler alan bilginimizin öğrenimi uzun sürmedi, daha çok özel çabalarıyla kendisini yetiştirdi. Araştırmacı ruhu, öğrenme hırsı ve sönmeyen azmiyle birleşince 17 yaşında eser vermeye başladı. Fakat Me'mûnîlerin Kâs'ı alıp Hârizmşahları tarihten silmeleriyle Bîrûnî'nin huzuru kaçtı, sıkıntılar başladı ve Kâs'ı terketmek zorunda kaldı. Ancak iki yıl sonra tekrar döndüğünde ünlü bilgin Ebü'lVefâ ile buluşup rasat çalışmaları yaptı.

Daha sonra hükümdar Ebü'lAbbas, sarayında Bîrûnî'ye bir daire tahsisedip, müşavir ve vezir olarak görevlendirdi. Bu durum, hükümdarların ilme duydukları derin saygının göstergesi, bilginimizin de devlet başkanları yanındaki yüksek itibarının belgesiydi.

Gazneli Mahmud Hindistan'ı alınca hocalarıyla Bîrûnî'yi de oraya götürdü. Zira onun yanında da itibarı çok yüksekti. "Bîrûnî, sarayımızın en değerli hazinesidir'derdi. Bu yüzden tedbirli hünkâr, liyakatını bildiği Bîrûnî'yi Hazine Genel Müdürlüğü'ne tayin etti. O da orada Hint dil ve kültürünü bütünüyle inceledi. Üstün dehasıyla kısa sürede Hintli bilginler üzerinde şaşkınlık ve hayranlık uyandırdı. Kendisine sağlanan siyasî ve ilmî araştırmalarına devam etti. Bir devre adını veren, çağını aşan ilmî hayatının zirvesine erişti. Sultan Mes'ud, kendisine ithaf ettiği Kanunu Mes'ûdî adlı eseri için Bîrûnî'ye bir fil yükü gümüş para vermişse de o, bu hediyeyi almadı.

Son eseri olan Kitabü'sSaydele fi't Tıb'bı yazdığında 80 yaşını geçmişti. Üstad diye saygıyla yâd edilen yalnız İslâm âleminin değil, tüm dünyada çağının en büyük bilgini olan Bîrûnî, 1051 yılında Gazne'de hayata gözlerini yumdu.

Kişiliği

Bîrûnî, "Elinden kalem düşmeyen, gözü kitaptan ayrılmayan, iman dolu kalbi tefekkürden dûr olmayan, benzeri her asırda görülmeyen bilginler bilgini bir dâhiydi. Arapça, Farsça, Ibrânîce, Rumca, Süryânice, Yunanca ve Çinçe gibi daha birçok lisan biliyordu. Matematik, Astronomi, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih, Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Dinler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar ilim dalında çalışmalar yaptı, eserler verdi.

Onun tabiat ilimleriyle yakından ilgilenmesi, Allah'ın kevnî âyetlerini anlamak, kâinatın yapı ve düzeninden Allah'a ulaşmak, Onu yüceltmek gâyesine yönelikti. Eserlerinde çok defa Kur ân âyetlerine başvurur, onların çeşitli ilimler açısından yorumlanmasını amaçlardı. Kurân'ın belâğat ve i'cazına olan hayranlığını her vesileyle dile getirdi. İlmî kaynaklara dayanma, deney ve tecrübeyle ispat etme şartını ilk defa o ileri sürdü.

İbni Sinâ'yla yaptığı karşılıklı yazışmalarındaki ilmî metod ve yorumları, günümüzde yazılmış gibi tazeliğini halen korumaktadır. Tahkîk ve Kanûnı Mes'ûdî adlı eserleriyle trigonometri konusunda bugünkü ilmî seviyeye tâ o günden, ulaştıgı açıkça görülür. Bu eser astronomi alanında zengin ve ciddî bir araştırma âbidesi olarak tarihe mal olmuştur. İlmiyle dine hizmetten mutluluk duymaktadır.

Gazne'de kıbleyi tam olarak tespit etmesi ve kıblenin tayini için geliştirdiği matematik yöntemi dolayısıyla kıyamet günü Rabb'inden sevap ummaktadır. Ayın, güneşin ve dünyanın hareketleri, güneş tutulması anında ulaşan hadiseler üzerine verdiği bilgi ve yaptığı rasatlarda, çağdaş tespitlere uygun neticeler elde etti. Bu çalışmalarıyla yer ölçüsü ilminin temellerini sekiz asır önce attı. Israrlı çabaları sonunda yerin çapını ölçmeyi başardı. Dünyanın çapının ölçülmesiyle ilgili görüşü, günümüz matematik ölçülerine tıpatıp uymaktadır. Avrupa'da buna BÎRÛNI KURALI denmektedir.

Newton ve Fransız Piscard yaptıkları hesaplama sonucu ekvatoru 25.000 mil olarak bulmuşlardır. Halbuki bu ölçüyü Bîrûnî, onlardan tam 700 yıl önce Pakistan'da bulmuştu. O çağda Batılılardan ne kadar da ilerideymişiz.

Biruni, hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmişti. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.

Daha o çağda Ümit Burnu'nun varlığından söz etmiş, Kuzey Asya ve Kuzey Avrupa'dan geniş bilgiler vermişti. Christof Coloumb'dan beş asır önce Amerika kıtasından, Japonya'nın varlığından ilk defa sözeden O'dur.

Dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu, yerçekimin varlığını Newton'dan asırlarca önce ortaya koydu. Henüz çağımızda sözü edilebilen karaların kuzeye doğru kayma fikrini 9.5 asır önce dile getirdi.

Botanikle ilgilendi, geometriyi botaniğe uyguladı. Bitki ve hayvanlarda üreme konularına eğildi. Kuşlarla ilgili çok orjinal tespitler yaptı. Tarihle ilgilendi. Gazneli Mahmud, Sebüktekin ve Harzem'in tarihlerini yazdı. Bîrûnî, ayrıca dinler tarihi konusuna eğildi, ona birçok yenilik getirdi. Çağından dokuz asır sonra ancak ayrı bir ilim haline gelebilen Mukayeseli Dinler Tarihi, kurucusu sayılan Bîrûnî'ye çok şey borçludur.

Bîrûnî, felsefeyle de ilgilendi. Ama felsefenin dumanlı havasında boğulup kalmadı. Meseleleri doğrudan Allah'a dayandırdı. Tabiat olaylarından sözederken, onlardaki hikmetin sahibini gösterdi. Eşyaya ve cisimlere takılıp kalmadı.

Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Cografya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve "Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah'a tövbe ederim. Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah'tan yardım dilerim. Bâtıl şeylerden korunmak için de Allah'tan hidayet isterim. İyilik O'nun elindedir!" demiştir.

Eserleri halen Batı bilim dünyasında kaynak eser olarak kullanılmaktadır. Türk Tarih Kurumu 68. sayısını Bîrûnî'ye Armağan adıyla bilginimize tahsis etti. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Bîrûnî'yi anmak için sempozyumlar, kongreler düzenlendi, pullar bastırıldı. UNESCO'nun 25 dilde çıkardığı Conrier Dergisi 1974 Haziran sayısını Bîrûnî'ye ayırdı. Kapak fotoğrafının altına, "1000 yıl önce Orta Asya'da yaşayan evrensel dehâ Bîrûnî; Astronom, Tarihçi, Botanikçi, Eczacılık uzmanı Jeolog, Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğrafyacı ve Hümanist" diye yazılarak tanıtıldı.

Eserleri

Biruni, toplam 180 kadar eser kaleme aldı. En meşhurları şunlardır:

1. EIAsâr'il Bâkiye an'il Kurûni'I Hâliye: (Boş geçen asırlardan kalan eserler.)

2. EI Kanûn'ül Mes'ûdî; En büyük eseridir. Astronomiden coğrafyaya kadar birçok konuda yenilik, keşif ve buluşları içine alır.

3. Kitab'üt Tahkîk Mâli'I Hind: Hind Tarihi, dini, ilmi ve coğrafyası hakkında geniş bilgi verir.

4. Tahdîd'ü Nihâyeti'l Emâkinli Tashîhi Mesâfet'il Mesâkin: Meskenler arasındaki mesafeyi düzeltmek için mekânların sonunu sınırlama. Bu eseriyle Bîrûnî, yepyeni bir ilim dalı olan Jeodezi'nin temelini atmış, ilk harcını koymuştu.

5. Kitabü'I Cemâhirfî Ma'rifeti Cevâhir: Cevherlerin bilinmesine dair kitap.

6. Kitabü't Tefhimfî Evâili Sıbaâti't Tencim: Yıldızlar İlmine Giriş.

7: Kitâbü's Saydelefî Tıp: Eczacılık Kitabı. İlaçların, şifalı otların adlarını altı dildeki karşılıklarıyla yazmış.

Antonie Henri Becquerel

Gönderen oyunmercegi

Fransız fizikçisi Henri Becquerel 1852 yılında Paris'te doğdu ve 1908 yılında öldü. 1877 yılında mühendis, 1892'de Museum d'historie naturelle'e, 1895'te Politeknik okuluna fizik profesörü oldu. 1889'da Institut üyesi oldu.

X ışınlarının bulunmasından sonra bu ışınlara fosforışı olayının arasında bir ilişki bulunup bulunmadığını araştırdı. Böylece 1896'da uranyum tuzlarında radyoaktivite olayını buldu. Bir elektromıknatısça sağlanan manyetik alanda uranyumun saçtığı ışınları tahlil etti ve bu ışınların uranyum atomuna has bir olgu olduğunu ortaya çıkardı.

Ayrıca bu ışınların uranyumun bütün bileşikleri için geçerli olduğunu saptadı. Bunların sonunda uranyuma tutulan gazların iyonlaştığını da o fark etti. Ayrıca manyetik dönerle porlama, fosforışı, kızılötesi tayf üzerinde de çalışmalar yapmıştır.

Antoine Laurent Lavoisier

Gönderen oyunmercegi

(1743 -1794) Lavoisier yaşam döneminde oluşan iki devrimin paylaştığı bir kişidir. Devrimlerden biri, yüzyıllar boyunca "simya" adı altında sürdürülen çalışmaların, bugünkü anlamda, kimya bilimine dönüşmesidir. Lavoisier bu devrimin kahramanıdır. İkinci devrim, "1789 Fransız ihtilali" diye bilinir. Lavoisier bu devrimin getirdiği terörün kurbanıdır.

Antoine-Laurent Lavoisier Parisli zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Daha küçük yaşında iken annesini yitiren Lavoisier babasının yakın ilgi ve bakımıyla büyür; başlangıçta belki de onun etkisiyle hukukçu olmaya yönelir. Ancak bu arada uyanan deneysel bilim merakı çok geçmeden bir tutkuya dönüşür.

Yirmibir yaşına yeni bastığında, Paris'in sokaklarını aydınlatma proje yarışmasında birinciliği alır, Fransız Bilim Akademisi'nce altın madalya ile ödüllendirilir. Yirmibeş yaşına geldiğinde, özellikle kimya alanındaki çalışmaları göz önüne alınarak Akademi'ye üye seçilir.

Bu arada hükümetin özel bir komisyonunda görevlendirilen genç bilim adamı, metrik sistemin oluşturulması, Fransa'nın jeolojik haritasının çıkarılması gibi etkinliklerden tarımda verimin yükseltilmesine uzanan pek çok uygulamalı bilim çalışmalarını düzenler. Ayrıca o sırada bir tür abluka altında olan ülkesinin savunma ihtiyacı barutun üretim sorumluluğunu üstlenir.

Genç bilim adamı bu kadarla da yetinmez; ilerde yaşamını yitirmesine yol açan bir işe, ülkenin bozuk vergi sistemini düzeltme işine el atar. Ama tüm bu uğraşlarına karşın Lavoisier kendisini asıl ilgilendiren bilimden kopmamıştır; her fırsatta özel laboratuvarına çekilip deneylerini sürdürmekten geri kalmaz.

Lavoisier bilim dünyasında en başta yanma olayına ilişkin geliştirdiği yeni kuramıyla ün kazanır. Ne ki, kimya devrimini oluşturmada başka önemli çalışmaları da vardır. Ayrıca, deneylerinde, özellikle ölçme işleminde gösterdiği olağanüstü duyarlılık, kendisim izleyen yeni kuşak araştırmacılar için özenilen bir örnek olmuştur. Kimya dil, mantıksal düzen ve kuramsal açıklama yönlerinden bilimsel kimliğini Lavoisier'e borçludur. Tüm bu çalışmalarında ona büyük desteği eşi sağlar: deney şekillerini çizer, yabancı dillerden kaynak çeviriler yapar, makale ve kitaplarını yayıma hazırlar.

Lavoisier araştırmalarına başladığında, kimyada Antik Yunanlıların maddeye ilişkin dört element (toprak, su, ateş ve hava) öğretisinin yanı sıra yanmaya ilişkin flogiston kuramı geçerliydi. Bilindiği gibi, bir tahta ya da bez parçası yandığında duman ve alev çıkar, yanan nesne bir miktar kül bırakarak yok olur.

Yürürlükteki kurama göre, yanma, yanan nesnenin "flogiston" denen, ama ne olduğu bilinmeyen, gizemli bir madde çıkarması demekti. Odun kömürü gibi yandığında geriye en az kül bırakan nesneler flogiston bakımından en zengin nesnelerdi. Bilim adamlarının çoğunluk doyurucu bulduğu bu kurama ters düşen kimi gözlemler de yok değildi. Bunlardan biri yanma için havanın gerekliliğiydi. Bir diğeri, kurşun gibi madenlerin, erime derecesinde ısıtıldığında, yüzeylerinde oluşan "calx"ın, madenin eksilen bölümünden daha ağır olmasıydı.

Aslında yanma olayını açıklamadaki güçlüğün bir nedeni gazlara ilişkin bilgi eksikliğiydi. 1756'da İskoç kimyageri Joseph Black "sabit gaz" dediği karbon dioksidi buluncaya dek bilinen tek gaz hava idi. İngiliz kimya bilgini Joseph Priestley daha sonra deneysel olarak on kadar yeni gaz keşfeder. Bunlardan biri onun "yetkin gaz" dediği, ilerde Lavoisier'in "oksijen" adını verdiği gazdır.

Priestley, oksijeni bulmasına karşın flogiston kuramından kopamaz. Üstün bir deneyci olan bu İngiliz bilim adamı, kuramsal yönden rakibi Lavoisier ile boy ölçüşecek yeterlikte değildi.

Lavoisier yanma olayı ile 1770'lerin başında ilgilenmeye başlamıştı. Kapalı bir kapta fosfor yakınca gazın ağırlığının değişmediğini, oysa kabı açtığında havanın içeri girmesiyle birlikte gazın ağırlığının az da olsa arttığını saptamıştı. Bu gözlemin yürürlükteki kurama uymadığı belliydi, ama daha doyurucu bir açıklaması da yoktu.

Lavoisier aradığı açıklamanın ipucunu bir kaç yıl sonra Priestley'le Paris'te buluştuğunda elde eder. Priestley cıva oksit üzerindeki deneylerinden söz ederken bulduğu "yetkin gaz"ın özelliklerini belirtir. Lavoisier yayınlarının hiç birinde Priestley'e hakkı olan önceliği tanımaz; sadece bir kez, "Oksijeni Priestley'le hemen aynı zamanda keşfetmiştik," demekle yetinir.

Doğrusu, oksijenin keşfinde öncelik Lavoisier'in değildi; ama bu gazın gerçek önemim ilk kavrayan bilim adamı oydu. Priestley'in deneylerini kendine özgü dikkat ve özenle tekrarlamaya koyulur. Belli miktarda havaya yer verilen bir kapta cıva ısıtıldığında, cıvanın kırmızı cıva okside dönüşmesiyle ağırlık kazandığı, havanın ise aynı ölçüde ağırlık yitirdiği görülür.

Lavoisier deneylerinde bir adım daha ileri gider: cıvadan ayırdığı cıva oksidi (calx'ı) tarttıktan sonra daha fazla ısıtır; kora dönüşen kırmızı oksidin giderek yok olmaya yüz tuttuğunu, geriye belli sayıda cıva taneciğiyle, solunum ve yanma sürecinde atmosferik havadan daha etkili bir miktar "elastik akıcı" kaldığını saptar. Elastik akıcı Priestley'in "yetkin gaz" dediği şeydi.

Lavoisier üstelik bu artığın ağırlığı ile cıvanın ilk aşamadaki ısıtılmasından azalan hava ağırlığının da eşit olduğunu belirler. Dahası, cıva oksidin ısı altında cıvaya dönüşmesiyle kaybettiği ağırlık ile çıkan gazın ağırlığı denkti. Bunun anlamı şuydu: yanma, yanan nesnenin flogiston salmasıyla değil, havanın etkili bölümüyle (yani oksijenle) birleşmesiyle gerçekleşmektedir.

Başta önemsenmeyen bu kuram, suyun iki gazın birleşmesiyle oluştuğuna ilişkin Cavendish deney sonuçlarını da açıklayınca, bilim çevrelerinin dikkatini çekmede gecikmez. Cavendish deneylerinde, asitlerin metal üzerindeki etkisinden "yanıcı" dediği bir gaz elde etmiş, bunu flogiston sanmıştı. Ancak Priestley'in bir deneyi onu bu yanlış yorumdan kurtarır. Priestley, hidrojen ve oksijen karışımı bir gazı elektrik kıvılcımıyla patlattığında bir miktar çiyin oluştuğunu görmüştü. Aynı deneyi tekrarlayan Cavendish daha ileri giderek patlamada "yanıcı" gazın tümünün, normal havanın ise beşte birinin tüketildiğini, öylece oluşan çiyin ise an su olduğunu saptar.

Flogiston teorisi yıkılmıştı artık! Yeni teorinin benimsenmesi, kimi bağnaz çevrelerin direnmesine karşın, uzun sürmez. Kimyada geciken atılım sonunda gerçekleşmiş olur.

Lavoisier ulaştığı sonucu Bilim Akademisine bir bildiriyle sunar; ne var ki, tek kelimeyle de olsa Priestley, Cavendish, vb. deneycilerin katkılarından söz etmez.

Lavoisier'in aslında ne yeni kimyasal bir nesne, ne de yeni kimyasal bir olgu keşfettiği söylenebilir. Onun yaptığı, başkalarının bulduğu nesne ve olguları açıklayan, kimyasal bileşime açıklık getiren bir kuram oluşturmak, kimyasal nesneleri adlandırmada yeni ve işler bir sistem kurmaktı. 1789'da yayımlanan Traite Elementaire de Chimie adlı yapıtı, kendi alanında, Newton'un Principia'sı sayılsa yeridir. Biri modern fiziğin, diğeri modern kimyanın temelini atmıştır.

Lavoisier'i unutulmaz yapan bir özelliği de nesnelerin kimyasal değişimlerini ölçmede gösterdiği olağanüstü duyarlılıktı. Bu özelliği ona "Kütlenin Korunumu Yasası" diye bilinen çok önemli bilimsel bir ilkeyi ortaya koyma olanağı sağlar. Lavoisier kimi kez kendi adıyla da anılan bu ilkeyi şöyle dile getirmişti:

Doğanın tüm işleyişlerinde hiç bir şeyin yoktan var edilmediği, tüm deneysel dönüşümlerde maddenin miktar olarak aynı kaldığı, elementlerin tüm bileşimlerinde nicel ve nitel özelliklerini koruduğu gerçeğini tartışılmaz bir aksiyom olarak ortaya sürebiliriz.

1794'de solunum üzerinde deneylerini yapmakta olduğu bir sırada, Lavoisier Devrim Mahkemesi önüne çağrılır. İki suçlamaya hedef olmuştur: (1) devrim karşıtı olarak karalanan aristokrasiyle ilişkisi; (2) vergi toplamada yolsuzluk (Lavoisier topladığı vergilerin küçük bir bölümünü laboratuvar deneyleri için harcamıştı).

Lavoisier'i kurtarmak için dostları mahkemeye koşmuştu, ama tanık olarak bile dinlenmemişlerdi. "Yurttaş Lavoisier'in çalışmalarıyla Fransa'ya onur sağlayan büyük bir bilgin olduğunda hepimiz birleşiyor, bağışlanmasını diliyoruz," dilekçesiyle başvuran günün seçkin bilim adamlarına yargıcın verdiği yanıt kesin ve çarpıcıdır: "Cumhuriyet'in bilginlere ihtiyacı yoktur!"

Galileo yaşamının son on yılını Engizisyon'un göz hapsinde geçirmişti. Lavoisier'in sonu daha acıklı olur: elli bir yaşında iken "devrim" adına kafası giyotinle uçurulur.

Yerel Ağ'ın Faydaları(Yararları)

Gönderen oyunmercegi







Yerel Ağ Nedir, Nasıl Kurulur?
Yerel bir ağ kurmak, iki ya da daha fazla bilgisayarın birbirlerine bağlanması anlamına gelmektedir. Bu bölümde öncelikle yerel ağlar hakkındaki önemli ayrıntılara yer verecek; daha sonra da adım adım ağ kurmayı öğreteceğiz.

İnsanlar "yerel ağ" terimini duyduklarında çok zor ve karmaşık bir yapı hayal ediyorlar. Belki büyük şirketlerin ağları için bu durum doğru olabilir; ancak evimizde ya da ufak bir ofiste kuracağımız yerel ağ çok daha basittir. Bu yüzden, yerel bir ağ kurmanın öyle tahmin edildiği kadar güç bir işlem olduğunu düşünmeyin. Tabii konu büyük şirketler olduğunda durum biraz farklı. Çok sayıda bilgisayarın bağlanacağı bir yerel ağ kurmak, ancak profesyonellerin altından kalkabileceği bir işlemdir. Biz burada evinizde ya da küçük bir ofiste kurulan ve sadece birkaç bilgisayardan oluşan küçük ağlara göz atacağız.

Peki ama yerel ağlar ne işimize yarar? İşte küçük bir yerel ağın evimizde ne işe yarayabileceğine dair birkaç güzel örnek...

Yerel Ağ'ın Faydaları


* Veri transferi: İki bilgisayar arasında yapılacak yoğun veri transferleri için disketleri kullanmak akılcı değildir. Disketler böyle bir işlemde hem çok küçük, hem de çok yavaş kalırlar. Belki kapasitesi daha büyük olan taşınabilir depolama cihazları bu durumda bir çözüm olabilir, lomega'nın Zip sürücüleri bu tip cihazlara verilebilecek güzel bir örnektir. Fakat sık sık veri transferi yapmak gerektiğinde, taşınabilir cihazlar da yavaş kalmaya başlayabilirler. En basiti iki bilgisayarı birbirine bağlamak ve veri transferini bu şekilde gerçekleştirmektir. Yani herhangi bir ekstra üniteye ihtiyaç duymadan, verileri bir sabit diskten diğer bir sabit diske kolayca aktarmanız mümkün.

* Paylaşım: Diyelim ki evinizde iki adet eski bilgisayar var. Yeni bir bilgisayar aldığınızda eskilerini atmanız gerekmez; çünkü eski bilgisayarlar hala işinize yarayabilirler. İlk akla gelen kullanım şekli, bilgilerinizi yedeklemek için eski bilgisayara baş vurmanız olacaktır. Bir ağ kurduğunuzda bu üç bilgisayar kendi aralarında her türlü bilgiyi paylaşabilirler ve işlerinizi kolaylaştırabilirler.

* Oyunlar: Bilgisayarda oyun oynamayı sevmeyen bir kullanıcı yoktur. Fakat oyunları hep bilgisayara karşı oynamak, bir süre sonra can sıkıcı olmaya başlayabilir. Kuracağınız yerel ağda ne kadar çok bilgisayar varsa, aynı anda o kadar çok oyuncu oyunlara katılabilir ve eğlence de o kadar artar. Sık sık duyduğumuz "multiplayer" terimi de, ağ üzerinde çok sayıdaki oyuncunun oynayabildiği oyunlar için kullanılmaktadır.

* İnternet erişimi: Bilgisayarlar arasında kurulacak bir yerel ağ sayesinde internet erişimi de paylaştırılabilir. En hızlı bilgisayar modem ile internete bağlanır; diğerleri ise bu bilgisayarın bağlantısını kullanarak aynı anda bilgi otoyoluna giriş yapabilir. Bu durumda sadece tek bir bağlantıdan birden fazla kullanıcı yararlanma imkanı bulacaktır.

Mikrobun Faydası Varmıdır?

Gönderen oyunmercegi


Mikrobunda faydalısı var

Bitki, hayvan ya da büyük pekçok organizmanın gen dizilimini hatta tarih öncesi canlıların kopyalarını elde etmeye çalışan genetik bilimciler, bu kez dikkatleri ihmal edilen insanların kendi bedenindeki mikroplara çevirdiler.
Normal bir insanın bağırsağında 500 ayrı tür mikrop yaşadığını belirleyen uzmanlar, bir o kadar da ağızda ve vajinada yuvalanan mikropların organizma için bir çok yararı olduğunu tespit ettiler.
Tübitak’ın Bilim Teknik Dergisi’nde yer alan bir araştırmada, insan vücudunu mesken edinmiş bakteri ve virüslerin, yaşam için çok önemli olduğu vurgulandı. Bağırsaklardaki mikropların hem hazmı kolaylaştırdığı, hem de daha zararlı organizmaları vücudun dışına attığı ifade edildi. Ancak insan vücudundaki mikropları laboratuvarda çoğaltmak mümkün olmadığı için özelliklerinin fazla bilinmediği kaydedildi.
ABD’de bulunan Genomik Araştırmalar Enstitüsü ile Stanfort Üniversitesi’nden bilimadamları, vücuttaki boşluklardan alınan sıvıları doğrudan, daha önce insan genom projesinde yararlanılan dizgeleme makinelerine atmayı planlıyorlar. Makinelerden sağlanacak verilerin, hangi organizmaların insan vücudunun neresinde yaşadığının bilinmesine ışık tutacağı ifade ediliyor. Araştırmacılar işe diş ve dişetlerinde oluşan bakteri plaklarından bir örnekle başladılar. Araştırmacılara göre, elde edilen dizilimlerin yüzde 40′tan fazlasına şimdiye kadar hiçbir yerde rastlanmadı. Bunların, bilinen bakterilerdeki yeni genler ya da tümüyle yeni türlere ait oldukları düşünülüyor

Converse'nin Tarihçesi

Gönderen oyunmercegi

Facebook  Share




Converse bir ayakkabıdan daha fazla spor sevgisi ile birbirine bağlanmış efsanelerin, kahramanların ve buluşların hikayesidir.

1908'de Marquis M.Converse tarafından kurulan Amerikan spor markası Converse, bu ayakkabı bağlarının altında performans ayakkabısı buluşları ve yenilikleriyle dolu bir asırlık tarihi saklar.

Tarihçe:

1908
Herşey 1908 yılında Marquis M. Converse ‘in Malden şehri, Massachusetts ‘te “CONVERSE RUBBER SHOE COMPANY” (Converse Kauçuk Ayakkabı Şirketi) ‘ni kurmasıyla başlar. Şirket, erkek – bayan – çocuk kullanıcılara hitap eden kauçuk ayakkabılar üretmekle işe koyulur. Zamanla işleri büyüten şirket 1910 yılında günlük 4000 ayakkabı üretim kapasitesine ulaşmıştır.Converse lastik ayakkabı fabrikasının kapılarını açtı. Genç Marguis Mills Converse, kadın-erkek ve çocuklara yönelik kışlık ayakkabılar ile üretime başladı. Kanvas ayakkabılar onları takip etti.

1917
Dünyanın ilk basketbol kesi Converse All Star doğuyor.
Bu ayakkabı basketbol oyununa ses getirdi.

1923
Chuck Taylor, Converse keslerin basketbol performans ayakkabısı olarak geliştirilmesini sağlayan bir basketbol
oyuncusu, basketbolün elçisidir. Chuck Taylor sayesinde Converse canvas ayakkabısı bir basketbol idolü haline gelir. Bunun üzerine Converse, Chuck Taylor'un imzasını, Converse yuvarlak logoya ekleyerek onu onurlandırır.

1923
Converse, tüm oyuncuları Afrikan-Amerikan
(zenci) oyunculardan oluşan ilk takım olan "New York Renaissance" basketbol takımını giydirmeye başlar. Takım, yapılan atışlardan 2588 basket ve 539 kayıp ile bir rekor kırarak tüm zamanların en başarılı takımlarından biri olmuş ve Converse'in başarısına yeni bir başarı eklenmiştir.

1935
Badminton ve Bad Boys.
Dünyanın ünlü badminton şampiyonu Jack Purcell, Converse için yepyeni ve dayanıklı bir kort ayakkabısı dizayn etmiştir. Belirgin özelliği gülücük şeklindeki burnu ile Converse Jack Purcell kortlarda ve Hollywood'da kısa zamanda vazgeçilmez olmuştur.

1939
İlk Kolejler arası basketbol turnuvası.
İlki yapılan bu turnuva ile NCAA geleneği başladı. Turnuvada her iki takım oyuncuları da Converse giydi. Oregon Draks'ın ilk NCAA Şampiyonluğu ile Converse bir kez daha tarihe geçti.

1942
Converse askeriyeyi destekliyor.
O zamana kadar bir spor markası olan Converse bir değişiklik yaparak Amerikan ordusunu desteklemek amacıyla askeriye için A6 uçuş botları yapmaya başladı. Savaş döneminde tüm Amerikan hava birlikleri, Converse bot giydi.

1957
7 yaşındayken annesini bir çift Chuck Taylor almaya ikna eden Julius Erving, ilk Chuck Taylor ayakkabısını $3,95 alır. Dr J. Olarak tanınan ve giydiği Converse'ler ile günümüz modern basketbolünü de etkileyen yeni bir oyun sistemi geliştiren oyuncu basketbol tarihini yeniden yazmıştır.

1962
100 sayı rekoru.
Chuck Taylor, All Star giyen biri, NBA' de bir oyunda en çok sayı atma rekorunu kırdı. Bu rekor hala kırılamamıştır.

1966
Oxford modeli ve yeni renkler oyuna girdi. Converse, All Star'ın "Oxford" diye anılan bileksiz modelini üretti. Çok kısa süre içinde bu ayakkabılar profesyonel oyuncuların seçimi olmaya başladı. Ardından bu yeni model rahatına düşkün insanların hayat tarzını yansıtan bir ayakkabı olarak batıdan doğuya doğru halk arasında yayıldı. Ardından takımların üniformalarıyla kombin olabilmesi amacıyla 7 yeni renkte Chuck Taylor üretildi.

1974
One Star modeli sahneye çıktı.
Converse basketbol için "One Star" isimli kısa kesimli performans ayakkabısını sahneye çıkardı. Sonradan bu model alternatif görünüşü ile sörfçüler ve kaykaycılar tarafından da kullanılmaya başlandı.

1976
Julius Erving, Converse'in Proleather modeline damgasını koyarak bu modeli onaylamıştır.

1984
Converse ayakkabıları 1936'dan beri her olimpik basketbol yarışması finallerinde giyilmiştir. 1984'te Converse'in resmi sponsoru olduğu olimpiyatlarda erkek basketbol takımı altın madalya kazandı.

1986
Converse "Kendi Silahını Sen Seç" reklam kampanyası ile kısa süre içinde Converse Weapon Basketball performans modelinin satışını yükseltti.

1996
1970'den beri ilk kez, 1996'da Chuck Taylor, All Star yuvarlak logo, deri basketbol performans ayakkabısında kullanılmaya başlandı. Orijinal All Star'dan esinlenerek geliştirilen bu deri modelin satışları kısa sürede 1.000.000 çifti aştı.

2002
Converse yeni jenerasyon basketbol efsaneleri ile anlaşarak 2002'de 750 milyon çift satış rakamına ulaşan bir marka oldu.

2003
Basketbol efsanesi John Isaacs'ın işbirliği ile Converse, eski performans ayakkabılarını yeniden dizayn ederek Re-Issue kategorisini oluşturdu.

2005
Converse, Miami Heat'in ünlü basketbol oyuncusu Dwyane Wade ile 2005 yılında 7 yıllık bir tanıtım anlaşması imzaladı.

2006
2006 yılında Wade basketbolun Oscar'ı olarak kabul edilen playoffların "En değerli oyuncusu" ünvanını aldı. Wade 1.3 ve Wade Mid'in ardından Wade 2 modeli All Star maçında tanıtıldı.

2007
Wade 3 modelinin tanıtımı yapıldı. Wade Converse ayakkabılarının dizayn edilmesinde aktif rol oynuyor.

2008

Converse 100. yılını kutladı.

2010
Faklı ülkelerden gençlerin farklı malzemeler ve hayal güçleriyle yaratıcılıklarını birleştirerek gerçekleştirdikleri ilginç tasarım hikayeleriyle Yaratıcılık, Müzik ve Sanat , SPARK kampanyasıyla Converse'de hayat buldu.

Moda Sarar'ın Tarihçesi

Gönderen oyunmercegi

SARAR'IN TARİHÇESİ

19 Nisan 1944 günü, Eskişehir'de hazır elbiseci Abdurrahman Sarar'ın, ticaret odasına kayıt olmasıyla bu sektöre ilk adım atılmıştır. Marka olma yolundaki çalışmalarına 12 metrekarelik bir dükkanda başlayan Sarar, sahip olduğu üç oğlunu da eğilimleri nedeniyle bu alanda eğitmiştir.

Babaları gibi girişimcilik ruhuna sahip üç oğul, daha küçük yaşlarda tatil günlerini dükkanda geçirmiş, o günkü şartlarda müşterilerin dikkatlerini çekebilmek ve satış yapabilmek adına kapı önünde eski pazarlama tekniklerini kullanarak bu alana olan ilgilerini göstermişler ve mesleğe ilk adımlarını atmışlardır.

SARAR'IN GELİŞİMİ

İlk yıllarda yaptıkları küçük üretimlerle satış yapmaya çalışan Sarar, zamanla toptan satışa da başlamıştır. Dış dünyaya açılmanaın ilk adımını atan Abdurrahman Sarar ve oğulları, ürettikleri malları arabalarına yükleyip İstanbul, Ankara ve Kayseri şehirlerindeki pazarlara satış yapmaya başlamışlardır. O yıllarda dürüstlüğü ilke edinen Sarar ve oğulları, bu yolda emin adımlarla ilerlemişlerdir.
Türkiye'nin dört bir yanına satış yapmaya başlayan Sarar, oluşturdukları güven, dürüstlük ilkesi ve yürüttükleri kalite politikalarıyla Anadolu esnafına kendilerini tanıtmayı ve onların güvenini kazanmayı başarmıştır. Gittikleri şehirlerde esnafların itirazlarına rağmen belli sayıda ürün bırakmışlar, bir süre geçtikten sonra esnaflardan yeni siparişler için telefon almışlardır. Böylelikle Anadolu esnafına ürünlerinin kalitesini göstermişler ve dış dünyaya açılan kapıyı aralamayı başarmışlardır.

SARAR'IN BAŞARI YOLCULUĞU

Anadolu pazarında elde ettiği başarı ve yakaladığı kalite sonucu 1985 yılında Avrupa ile tanışan Sarar, dünyaca ünlü Boss, Cerutti, Zegna gibi markalarla çalışmıştır. Dünya markası olma yolunda ilk adımlarını atan Sarar, sahip oldukları kalite, güven ve dürüstlük değerleriyle dünya piyasalarına açılmıştır.

49 ülkede markalarını tescil ettiren Sarar; ABD, İsrail ve Avrupa ülkelerinde şirketler kurmuştur. ABD'de 15, Avrupa'da 11 mağazaları bulunan Sarar; Sartoria, Interview, CCS ve Sarar Kadın olmak üzere beş markayı hizmete sunmaktadır.

Afrika kıtasında da ilk mağazasını Mısır'ın başkenti Kahire'de açmış olan Sarar, bu şehrin ikinci Türk markası olarak hizmet vermektedir. Kahire'de açmış olduğu mağazayla yurtdışındaki mağaza sayısını 38'e çıkarmıştır. Küçük bir dükkanda yapmış olduğu satıştan, Anadolu esnafına ve daha sonra da tüm dünyaya sesini duyurmayı ve markasını tanıtmayı başarmıştır. Böylelikle bir dünya markası olduğunu tüm dünyaya ilan etmiştir.

SARAR'IN HİZMET ALANLARI

Hazır giyim alanında hizmet veren Sarar, bu sektördeki yapısal sorunlara rağmen iyi tasarım ve kaliteli ürünler aracılığıyla her geçen gün satışlarında, özellikle de dış satımda artışlar gerçekleştirmektedir. Disiplinli çalışmalarıyla da bu artışı destekleyen Sarar, yeni sektörlere atılım yapmaktadır.

61 yıl önce sektöre erkek giyimiyle başlayan Sarar, erkek giyim markası kimliğine, kadın koleksiyonuyla yeni bir boyut kazandırmıştır. 16 yaş ve üzerine hitap eden Sarar kadın, sosyal hayatı ve iş hayatını birlikte yürütmek durumunda olan günümüz kadınına çözümler üreterek, bu alandaki yolunda başarıyla ilerlemektedir. Erkek giyimiyle birçok başarıya imza atan ve yurtdışında ses getiren Sarar markası, kadın giyimiyle de aynı başarıyı yakalamak üzere mevcut kalite ve disiplin politikalarından ödün vermemektedir. Hazır giyim sektörünün yanı sıra büyük bir yatırımla ev tekstiline de giren Sarar, Sarar Home markasıyla pazara girmeye hazırlanmaktadır.

Hem yurt içinde hem de yurt dışında bir mağaza zinciri kurmaya hazırlanan Sarar, bu sektörde de kaliteli ürünler üretmeyi ve iyi bir pazar payı elde etmeyi amaçlamaktadır.

Sarar, bugün hazır giyim sektöründe büyük bir pazar payına sahip olmanın yanı sıra, izlediği doğru strateji ve yaratmış olduğu güvenle, ismi dünya markası olmuş bir firma olarak yoluna devam etmektedir.

Google'ın Tarihçesi

Gönderen oyunmercegi

Google ilk olarak bundan 1998'de California'da Menlo Park'taki bir garajda iki üniversite öğrencisi (Larry Page ve Sergey Brin) tarafından kuruldu.

Neden Google Kelimesi?
Google kelimesi Milton Sirrota tarafından, Kasnel ve James Newman'ın yayınlamış oldukları "Matematik ve Hayal Gücü" adlı kitapla ünlenen googol kelimesinin üzerinde oynanmasıyla bulunmuştur. Google'ın oluşum süreci ise 1995'lere kadar dayanmaktadır.
Her Şey Nasıl Başladı

1995 - 1997


Google'ın kurucuları Larry Page ve Sergey Brin ilk tanıştıklarında 24 ve 23 yaşlarında üniversiteden yeni mezun olmuş gençlerdi. İlk başlarda konuştukları her konu hakkında zıt görüşleri savunmuşlardı ancak bu ikilinin ortak düşündüğü bir konu vardı: İnternet üzerinde bulunan tonlarca verinin bir şekilde sınıflandırılması ve arandığı zaman kolayca bulunabilmesi.

1996 yılında beraber çalışmaya başlıyorlar ve "BackRub" adını verdikleri arama motorunu geliştiriyorlar. Eski düşük seviye bilgisayarlardan kurdukları sunucu ortamı için üniversiteye yeni gelen parçalar arasında ödünç alabilecekleri parçalar bulabilmek o zamanlar için büyük nimet sayılıyor.

Aradan geçen bir yıl içerisinde bağlantıların çözümlenmesi için BackRub'ın getirdiği yeni yöntem gittikçe daha fazla ün kazanmaya başlıyor.

1998


Larry ve Sergey çalışmalarını geliştirmeye devam ediyorlar ve pazarlık ederek satın aldıkları terabyte kapasiteli diskleri Larry'nin yurt odasına yerleştiriyorlar böylece Google'ın ilk veri merkezi hayata geçmiş oluyor. Bu arada Sergey de potansiyel müşterilere ellerindeki ürünü anlatıp proje için kaynak sağlamaya çalışıyor. Ancak o zamanlar yükselişte olan ".com" şirketleri bile bu işe pek sıcak bakmıyor.

Hatta görüşülen potansiyel alıcılar arasında Yahoo'nun kurucularından David Filo da var ve genç iki arkadaşa projelerini kendilerinin geliştirmelerini ve belirli bir noktaya geldikten sonra müşteri aramalarını tavsiye ediyor.

Büyük oyuncuların ilgisini çekemeyeceklerini anlayan Sergey ve Larry kendi başlarına devam etme kararı alıyorlar ancak veri merkezini kurmak için kredi kartlarına yüklendiklerinden para sıkıntısı yaşıyorlar.

Tam bu sırada şansları geri dönüyor ve Sun Microsystems'in kurucularından Andy Bechtolsheim'la kısa da olsa bir görüşme ayarlayabiliyorlar. Yaptıkları sunumun sonunda Andy'nin bir yere yetişmesi gerektiğinden ikiliye aceleyle 100.000 $ değerinde bir çek yazıp ayrılıyor. Google Inc. adına yazılan bu çek ortada henüz öyle bir firma olmadığı için uzun süre bozdurulamadan bekliyor.

Eylül 1998'de üç kişilik kadroya sahip şirketlerini bir arkadaşlarının garajına yerleştiriyorlar. Bu arada günlük 10.000 arama sayısına yaklaşan beta aşamasındaki site gazetelerin ilgisini çekmeye başlıyor. Aralık 1998'de PC Magazine, en iyi 100 internet sitesi ve arama motoru arasında Google'ı da gösteriyor. Böylece Google gittikçe artan bir hızla tanınmaya başlıyor.

1999

Hızlı bir büyüme sürecine giren şirket sekiz elemana ve günde 500.000 sorguya erişiyor. En sonunda geliştirilmesi başlangıç için tamamlanan site 21 Eylül 1999'da beta yazısını kaldırıyor.

2000

Googleplex adını verdikleri ve şu anda da kullanılan şirket merkezinde yazının ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı anlatacağımız yeni bir çalışma anlayışı gelişiyor. Hikayenin devamını zaten biliyorsunuz. Google şu anda günde 200 milyon sorguya cevap veren ve 500'den fazla çalışanı olan büyük bir şirket haline geldi.

Kaslarda herhangi bir uyarım sonucu kas-sinir iletiminin elektriksel uyarımı sonucu alınan yanıt, önce kasılma sonra gevşeme tarzındadır. Bu tek kasılma ve gevşemeden olan aktivite, kasın elemanlarla birlikte yaptığı aktivitesini oluşturur ve buna tek kasılma adı verilir. Bu durumda, kasılma, dışardan gelen direkt elektriksel uyarılma ya da fizyolojik olarak sinirlerin uyarılmasıyla gerçekleşir.

Bu iki kasılma şeklinde de kas lifi boyunca uzanan retikülümden lif içine kalsiyum (Ca++) boşalır. Sarkoplazmik sıvıya geçen Ca++, miyozini aktive eder. Bu sayede kasın aktin ve miyozin filamanları birbirine yaklaşır; olayın devamı için enerjiye gereksinim vardır. Bunu da ATP sağlar. ATP ‘nin ADP ve P ‘ye ayrışması ile büyük miktarda enerji açığa çıkar. Aynı anda kas lifi membranı (sarkolemma), Na + ve K+ için geçirgen hale gelir; Na+ hücre içine girer, K+ dışarı çıkar. Ca++ un açığa çıkmasıyla da troponin ile birleşir ve filamanlar arasında bir etkileşim meydana gelerek aktin filamanları çapraz köprüler vasıtasıyla miyozin filamanları arasına çekilir. Yani filamanlar üzerinde kayar. Bu nedenle de kayan filamanlar teorisi diye adlandırılır. Kasılmaya neden olan uyaranın kalkmasıyla Ca++, sarkoplasmik retikülum içine geri pompalanmaya başlar ve filamanlar eski haline geri döner.. Bu şekilde kasılma ve gevşeme tamamlanır (3).

Kas lifi membranında, hücre dışına çıkmış potasyumu içeri sokmak, sodyumu dışarı çıkarmak için enerjiye gerek vardır. Bu olay, “Sodyum-potasyum pompası” olarak adlandırılır. Sarkomerler, bir kasılma sırasında % 50 oranında kısalırlar. Eğer uyaranlar çok hızlı ve kısa aralıklarla peşpeşe olursa, Ca++ hücre içinde kalır ve birikir. Uyaran sıklığı çok artarsa, tek kasılmalar ayırt edilemez ve tetanik kasılma ortaya çıkar. Buna göre kassal aktiviteyi etki eden faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Sinir liflerindeki deşarj sıklığı
2. Aktif hale geçirilen motor ünite sayısı,
3. Kasın başlangıç uzunluğu.
Bu faktörlerin ilk ikisi, kası innerve eden motor sinirlerle; üçüncüsü ise kasın durumu ile ilgilidir. Hep veya hiç yasası uyarınca kas lifleri, uyaran şiddeti belli bir eşik değeri aşınca kasılma ile yanıt verir. Uyaranın şiddeti arttıkça kasılmaya katılan liflerin sayısında da artış olur ve kas daha güçlü kasılır......''

Kaynak:
http://dnamiz.com

Barometre Nasıl Çalışır?

Gönderen oyunmercegi


Evangelista Torricelli 15 Ekim 1608′de İtalyanın Feanza şehrinde doğdu, 5 Ekim 1647 in Floransa’da öldü. Açık hava basıncı üzerine yaptığı deneyleriyle tanınan ünlü İtalyan fizik ve matematik bilginidir.

Çocukluğunda matematiğe olan merakıyla dikkatleri çekti. 1627′de Roma’ya giderek, hidrolik biliminin kurucusu ve Galilei’nin talebesi olan Benedetto Castelli ile birlikte çalıştı. 1641′de Galilei ile mektuplaşmaya başladı. Aynı sene, Castelli nin tavsiyesi üzerine Galile, Torricelli’yi Tuscany’ye davet etti. Galile ile görüştükten birkaç hafta sonra, Galilei ölünce, Tuscany büyük dükü Torricelli’yi onun makamına tayin etti. 1644 yılında geometri ve mekanik üzerinde bir kitap yayınladı. Matematik sahasında mühim bir boşluğu dolduran bu kitapta aynı zamanda Galile’nin mekanik üzerindeki ilk çalışması, birbirine bağlı cisimlerin ortak ağırlık merkezleri aşağıya doğru hareket ederken, ani hareket edebilecekleri prensibi bir neticeye bağlanıyordu.
Torricelli, suyun yerine, ondan on üç buçuk defa daha ağır olan civayı (sıvı maden) koymayı akıl etti, bu sayede sütunun yüksekliği aynı oranda kısalmış oldu. Böylece Torricelli ilk barometreyi gerçekleştirdi; bir ucu tıkalı ve içi civa dolu cam bir boru. Bu boru başaşağı çevrilip açık ucu gene civayla dolu bir küvete daldırılır. Borudaki civanın bir kısmı küvete akar ve civa sütunu borunun içinde aşağı yukarı 760 milimetreye kadar iner. O zaman civanın ağırlığı, atmosfer basıncı ile eşdeğer olur. Basınçtan faydalanarak, civa doldurulmuş tüplerle yaptığı deneyler neticesinde, deniz seviyesinde 1cm²ye düşen basıncı 1033 gr/cm² olarak tespit etti. Geometri ve mekanik alanındaki fikirlerini ise ilk önceleri kimse önemsemedi. Torricelli aynı zamanda hocası Galile’nin teleskobunu ve kendi mikroskobunu geliştirmeye uğraştı.
1643 Torricelli, hava basıncını ölçmek için şimdi cıvalı barometre denilen cihaz icat etti.
Aynı dönemde, Blaise Pascal, yükselti’yi ölçmek için barometreden yararlanmayı düşündü. Atmosferin ağırlığı, borunun içindeki civanın yüksekliğini belirlediğine göre, bu yükseklik, bir dağın tepesinde azalacaktır; dağın tepesinde, hava tabakasının yüksekliği deniz düzeyine göre daha az olduğundan ağırlığı da daha az olacaktır. Buna göre civa sütununun yüksekliği, hangi yükseltide bulunduğumuzu gösterir: altimetre’nin (yükseltiölçer) esası budur.
Daha sonra, atmosferdeki değişmelerin, atmosfer ağırlığını azaltıp çoğaltmakla civa sütununun yüksekliğini değiştirdiği anlaşıldı. Böylece barometre işaretlerine bakılarak hava değişikliği’nin tahmini öğrenilmiş oldu; buna göre deniz düzeyinde, 760 milimetre yükseklikteki civa, «güzel hava» belirtisidir. Atmosfer basıncı, havası boşaltılmış kutular olan madeni barometre’lerle de ölçülebilir.
Nasıl Çalışır?

wheelworks.jpg
Tekerlekli Barometre Çalışma Diyagramı
Artan hava basıncı civa sütununu hareket ettirir ve sol kolda yükselmesini sağlar. Bu esnada sağ koldaki civa seviyesi de düşer. Çok az hafif olan ağırlık civa üzerinde yüzer ve onunla beraber yükselir. Ağırlık ve karşı ağırlığa bağlı ip ve makara aynı bir palanga düzeneği gibi çalışır ve birlikte hareket derler. Hava basıncı yükseldikçe denge bozulur ve civa yükselir, hava basıncı düştükçe yine denge bozulur ve civa seviyesi alçalır. Bu sayede net ve kesin bir ölçüm yapılır.
cistern.jpg
Çubuk Barometre
Çubuk barometrenin çalışma prensibi çok basittir. Açık olan sağ hazneye uygulanan hava basıncı deniz seviyesinde en yüksek basıncı alır ve sol koldaki akışkan seviyesi artar. Sol koldaki boşluk mutlaka vakum olmalıdır. Orada eğer bir gaz olursa, sıkıştıkça basıncı yükselir ve itmeye başlar. Bu da ölçümün gerçek değerinin altında gözükerek yanlış çıkmasına neden olur.
anwks.jpg
Aneroid Barometre
Vakum kapsülü ‘a’ hava basıncı değişimiyle çok ufak ilerlemeyle ‘b’ yayına hareketi taşır. Ufak bir kaldıraç olan ‘c’ , bu hareketi kuvvetlendirerek ufak zincir ‘d’ aracılığıyla ‘e’ makarasına iletir. Makara üzerine konumlanmış ‘f’ gösterge çubuğu ve ‘g’ dengeleyicisi sayesinde en doğru sonucu gösterir.
aneroidbarometer.jpg

Daktilo Nasıl Çalışır?

Gönderen oyunmercegi


Daktilo, bir klavye aracılığıyla harekete getirilen harfleri mürekkepli bir sistem yardımıyla kağıda basarak yazı yazan makine. İlk yapılışı 1829′da Teroitli William Austin Burt tarafından gerçekleştirildi. Tipograf adı verilen bu makine elden daha yavaş yazıyordu. Bundan sonraki denemeler pek başarılı olamadı. Aradan 40 yıl geçtikten sonra Sholes 1868′de ilk pratik daktiloyu yaptı. Remington’un 1878′de yaptığı daktilo ise bir dikiş makinesinın üzerine yerleştirilmişti. Şaryo dikiş makinesinin pedalına benzeyen bir pedalla döndürülüyordu. Makine ise silik ve büyük harf yazabiliyordu. Bu mahsurlarının yanında büyük ve pahalı olması piyasaya sürülmesine engel oldu. Remington, Royal Smith gibi Amerikan firmaları yanında İtalyan Underwood-Olivetti, Alman Olympia, Adler ve Triumph ve İsveç Facit firmaları da daktiloların yapımında görülen çeşitli kusurları yavaş yavaş düzelterek bugün kullanılan daktiloya benzeyen makineler yaptılar. Sholes’in yaptığı makineyı inceleyen Thomas Edison, elektrikle çalışabileceğini söyleyerek üzerinde çalışmaya başladı. Edison, çubuğun elektromıknatısla hareket ettiği elektrikli daktilo makinesi yaparak 1872′de patentini aldı. Çeşitli deneme ve üzerinde yapılan çalışmalardan sonra 1930 yılında seri halde elektrikli makinelerin satışınabaşlandı. Piyasada tutunması, seri iş yapması bunun üzerinde firmaların çalışmasını sağladı.
Mekanik daktilo
Elektriksiz olup, mekanik olarak çalışırlar. Parmakla kuvvetle tuşa vurulunca, kaldıraç tertibatıyla tuşun bağlı olduğu harf kalkar ve şeride vurur. Şerit de sarılı olan kağıt üzerinde o harfin izini bırakır. Harfler vuruldukça şaryo otomatik olarak ilerler. Yazının düzgün çıkması şeride, vuruşun kuvvetine, tuşlara iyi basılıp basılmamasına bağlıdır.
Elektrikli daktilo
İşleme prensibi mekanik ile aynıdır. Tuşa asıldığında harfin şeride, dolayısıyla kağıda vurma işlemi elektriki olarak gerçekleştirilir. Ancak IBM 1961′de Selectric ismini verdiği modelle harflerin çubukları yerine, harflerin bulunduğu yazı topunu getirdi. Seçilen harfe göre bu yazı topu dönebilerek, kağıt tarafına ilgili harfi getirebilmektedir. Yazı topunun değiştirilmesiyle değişik türde harfleri kullanmak mümkündür. Elektrikli daktiloların (yazıcıların); kaset şeritli ve silicili, çubuklu elektrikli daktilo, küreli elektrikli daktilo, papatya tipi elektrikli daktilo gibi çeşitleri de vardır.

Kaynak:www.yardimx.com

Uzay Yolu dizisinin eski bölümlerini izlemişseniz orada Kaptan Kirk ve tayfalarının yanlarında güvenilir silahları olmaksızın gemiyi terk etmediklerini bilirsiniz. Bu silahların “Sersemletici” ayarı olduğunu da hatırlarsınız. Düşmanları tamamen kontrolden çıktıkları zaman onları öldürmek yerine hareketsiz hale getiren silahlarını kullanırlardı.

Bizler bu kadar polis, asker vs… olmasına rağmen kendimizi bireysel saldırılardan koruma adına hala bu silahlara sahip olma peşindeyiz. Bu silahlar aynı uzay yolu’ndaki sanal silahlar gibi düşmanı geçici süreliğine etkisiz kılma amacına dönük olarak tasarlanmıştır. Bu silahların kesinlikle şaşmaz bir yapıya sahip olduklarını ve zor durumlarda canınızı nasıl koruduğunu birlikte görelim.

VÜCUDUMUZUN ELEKTRİK SİSTEMİ

Bizler genel olarak elektriğin bizler için son derece zararlı olduğunu düşünürüz. Bir yıldırım çarpması veya parmağınızla bir kabloyu tutmanız durumunda elektrik çarpmasına maruz kalır sakatlanırsınız ya da ölürsünüz.

Ancak düşük dozdaki elektrik insanlar için öldürücü ya da sakat bırakıcı nitelikte değildir. Aslında elektrik vücudumuzun en esaslı öğelerinden biridir. Elektrik olmaksızın hiçbir şey yapamayız.

Örneğin; siz bir yemek yapmak istediğinizde beyniniz sinir hücreleriniz vasıtasıyla kolunuzdaki kaslara bir elektrik sinyali gönderir. Kimyasal bir iletişim sonucu elektrik sinyali, sinir hücresi ile sinir taşıyıcıları vasıtasıyla kaslarınıza iletilir. Bu gelen sinyal kaslarınızın kasılması veya genişlemesini sağlayarak sizin ellerinizi kullanmanızı sağlar. Yemeğinizi tuttuğunuz zaman bu kez de elinizdeki hassas sinir hücreleri beyninize bir elektrik sinyali göndererek orda bir şeylere dokunduğunuz hissini beyninize iletir. Ve yine siz yemeğinizden bir ısırık aldığınız zaman beyninize o yemeğin lezzetini tanıtan elektrik sinyalleri gönderilir. Bu açıklama doğrultusunda vücudumuzun bütün parçalarının birbirleri ile elektrik sinyallerini kullanarak haberleştiklerini öğrenmiş oluyoruz.


VÜCUDUN ELEKTRİK SİSTEMİNİ BOZMA

Şok tabancaları yukarıdaki elektrik sistemini bozma üzerine tasarlanmıştır. Bu silahlar yüksek gerilim düşük akım uygularlar. Yani, bu sistem yüksek bir basınç uygulamasına karşın uzun süre bu etkiyi göstermez. Biri size saldırdığında tetiğe basarsınız ve silah saldırganın bedenine bu elektrik yükünü uygular. Bu yüksek gerilim saldırganın kıyafeti ve derisinde bir etki oluşturur. Yaklaşık 3mA civarındaki bu yük (düşük bir akım yani) saldırganı durdurmakla beraber vücudunun da büyük hasar görmemesini sağlar. Tabi ki uzun süre bu etkiye maruz kalmazsa. Saldırgan şu iki mantık dahilinde etkisizleştirilebilir.

1- Bu şok sayesinde saldırganın beynine birçok sinyal gönderilir ve beyin şaşkın bir hale getirilir. Tıpkı telefon hattına bir akım verildiğinde nasıl ki konuşulanlar sadece bir gürültüden ibaret olarak duyulabiliyorsa, beyin de bu sinyaller sonucu durumu algılayamayarak kaslara anlamsız sinyaller gönderir ve kısmi bir felce sebep olur.

2- Saldırganın vücuduna vücudun kendi sinyallerine benzer şekilde sinyaller gönderilerek kasların sürekli olarak çalışması sağlanır. Dışarıdan bir şey gözükmese bile bu kadar çok çalışmadan dolayı yorgun düşen kaslar bir süre hareket edemeyecek derecede enerji harcarlar. Saldırgan bu sayede etkisiz hale gelmiş olur.

Bu işin temel mantığı vücuttaki kaslara ve sinir hücrelerine elektrik uygulamaktır. Vücudun tamamı bu hücrelerle dolu olduğundan nereye uygularsanız uygulayın vücuttaki bütün yerler bu saldırıyı sonuna kadar hissedecektir. Şimdi şok tabancalarının en önemlilerini ve bu enerjiyi insan vücuduna nasıl boşalttıklarına bakalım.

Yukarıdaki animasyonda en çok kullanılan 3 şok tabancasını görüyorsunuz. Her bir tabancanın avantajı ve dezavantajı vardır. Animasyondaki tabanca resimlerine tıklayarak silahların çalışma şekillerini görebilirsiniz.


STANDART ŞOK TABANCASI

Geleneksel şok tabancası son derece basit bir tasarıma sahiptir. Bir el feneri büyüklüğündeki bu tabanca sıradan 9V luk bir pille çalıştırılmaktadır.
Bu pil çeşitli elektriksel ekipmanlara sahip olan bir devreyi beslemektedir. İçinde elektriğin gerilimini yükseltip akımını alçaltan transformatörler bulunmaktadır. 20.000V ve 150.000V seviyeleri genel olarak kullanılan seviyelerdir. Yine devre içinde özel sinyallerin oluşturulmasını sağlayan osilatörler yer almaktadır. Bu elektriksel sinyaller bir kapasitörü beslemekte bu kapasitörler de üzerlerindeki elektriği elektrotlar vasıtasıyla dışarı ileterek sistemi tamamlamaktadırlar. Aşağıda bu sisteme ait resim ve devreler görünmektedir. Elektrotlar basitçe; aralarında belirli bir boşluk bulunan iki iletken metal tabakadan oluşmaktadır.



Resimlerden de görebildiğiniz üzere bugünkü şok tabancalarında 2 çift elektrot bulunmaktadır. Bunlardan ikisi test elektrotu olurken, diğer ikisi (dıştakiler) boşaltıcı elektrotlar olarak kullanılmaktadır. Eğer ki dıştaki bu elektrotların arasında iletken olmaksızın (yani saldırganın vücudu) tetiğe basarsanız içteki test elektrotları arasında elektrik iletimi olacaktır. İç elektrotlar arasındaki mesafe elektrik akımının bir taraftan diğerine sıçrayabileceği mesafede ayarlanmıştır. Bu kasıtlı olarak tasarlanmış bir sistemdir. Saldırgan siz tetiğe bastıktan sonra bu elektrik akımını görecek ve çıkarttığı sesi fark ettikten sonra saldırıdan vazgeçebilecektir. Yok, hala saldırırsa bu sefer dış elektrotlar vücuduna temas ederek saldırganı etkisizleştirir. (bu arada dış elektrotlar arası mesafe sıçramaya yeterli bir mesafe değildir.)

FLYING TASER ŞOK TABANCASI

Popüler şok tabanca tasarımlarından biride bu Taser şok tabancasıdır. Standart şok tabancası ile aynı temeller üzerine kurulmasına karşın sabit olmayan 2 adet elektrotu ile farklı bir tasarımdır. Bu sabit olmayan elektrotlar uzunca bir iletken tel vasıtasıyla sisteme bağlıdırlar. Tetiğe basıldığı anda sıkıştırılmış gaz kartuşu içindeki hava boşalarak elektrotların arkasında bir basınç oluşturmakta ve sabit olmayan elektrotlar tel uzunluğunca uçarak saldırganın elbisesine (ucundaki tırnaklar vasıtasıyla) tutunmaktadır. Bundan sonraki çalışma prensibi standart şok tabancasında olduğunun aynısıdır. Elektrik akımı verilerek saldırgan etkisiz hale getirilmektedir.


Bu tabancanın en önemli avantajı saldırgana uzak bir mesafeden atış yapma imkanı tanıyor olmasıdır. Yaklaşık 4–6 m civarında bir mesafe. Tabi yalnızca bir kez ateş edebilmesi de en önemli dezavantajı bu silahın. Tekrar ateş edebilmek için önce telleri yeniden sarmak ve yeni bir sıkıştırılmış gaz kartuşu takma zorunluluğu var. Fakat son dönemde üretilen Thaser tabancalarda bu uçan elektrotlar haricinde standart şok tabancalarındaki gibi sabit elektrotların da olması hedefi tutturamamanız durumunda kendinizi savunmak için size yeni bir kapı açmaktadır.



Bazı Taser tabancalarda kullanıcı tanımlama sistemleri mevcuttur. Bir polis memuru bu tabanca ile ateş ettiği zaman düzinelerce konfeti benzeri tanımlama etiketleri de fırlatır. Bu etiketler sayesinde olay yeri inceleme hangi silahtan ateş edildiği, nereden ateş edildiği gibi bilgilere de ulaşabiliyor. Tabi bir de en son teknolojiye sahip bilgisayar bağlantılı Taser tabancalar var. Her atışı ve zamanını kaydedebilen tabancalar. Seçim sizin artık. Aşağıdaki videoda bu tabancanın çalışmasını görebilirisiniz.

SIVI ŞOK TABANCALARI

Yeni şok tabancalarından biri Liquid Stun Gun (sıvı şok tabancası). Bu tabanca Taser ile aynı mantıkla çalışmasına karşın, burada açılan teller yerine elektrik iletimi bir sıvı vasıtasıyla yapılmaktadır. Silah elektrik iletkenliği yüksek bir sıvıya ihtiyaç duyar. Tuz veya iletken farklı elementleri içeren bir su karışımına. Siz tetiğe bastığınız anda elektrik akımı sıvı vasıtasıyla saldırgana kadar ulaştırılır.





 
Bu tabanca Taser’dan farklı olarak birçok defa atış yapmanıza izin verir. Tabi Taser’a oranla daha hantal olması gibi bir dezavantaj ile birlikte. Çünkü sıvıyı doldurabilecek bir hazne gerekmektedir.

Bu silahın çok daha güçlüsü için motorlu bir taşıyıcı ve arkasında da sıvı dolu bir hazne olması gerekir.

Bugünlerde şok tabancaları talebe binaen hızlı bir gelişim göstermektedir. Askeri güçler de öldürücü olmaması ve sivil zayiata neden olacak saldırılara karşı bu tür silahları kullanmaya başlama çalışması içinde. Son derece yararlı bir teknoloji. Ne dersiniz?


Aşağıda da bir başka Elektroşok tabancasını görüyorsunuz. Parmaklarınıza takıp yumruk atmak suretiyle kullanabileceğiniz. İlgi çekici bir alet.

Bir cismin sıcaklığını ölçmeye yarayan alet. İlk termometre, 1614 yılında ünlü bilgin Galile tarafından yapılmış, gittikçe evrim kazanarak, bugün kullanmakta olduğumuz termometrelerin meydana gelmesine yol açmıştır. Bugün kullanmakta olduğumuz termometreler, 1742 yılında Andres Celsius tarafından bulunmuştur.Termometreler, genel olarak, ince bir cam tüp halindedirler. Bu tüpün alt tarafında şişkince olan bölümde, cıva deposu vardır. Sıcaklık karşısında genişlemeye uğrayan cava, bir sütun halinde, cam tüp içinde yükselir, önceden tespit edilmiş derece miktarlarına göre, civanın bu yükselmesine sebep olan sıcaklık, tespit edilmiş olur.
Genel olarak Santigrat, Fahrenheit, Reomür olmak üzere üç çeşit termometre vardır. Bunlar, genel yapı bakımından birbirlerinin aynıdır. Değişik olan, üzerlerinde bulunan rakamlardır. Bu da, kaynama derecesinin, her üçünde değişik olarak alınmasından ileri gelmektedir. Suyun donma derecesi, her üç termometrede 0 olduğu halde, kaynama derecesi, Santigratta 100, Fahrenheltta 212, Reomürde 80 olarak kabul edilmiştir.Oiva termometrelerinden başka madensel ve alkollü termometreler de yapılmıştır.

Gılgamış Destanı

Gönderen oyunmercegi

gilgameshtablet Gılgamış Destanı(Tam Metin)
Gılgamış Destanı, tarihin en eski yazılı destanının adı olup, 12 kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir. Uruk kralı Gılgamış’ın ölümsüzlüğü arayışının öyküsünün anlatıldığı destan aynı zamanda Nuh Tufanı’nın daha eski versiyonunu da barındırmaktadır. Gılgamış, en yakın dostu Enkidu’nun ölümünün ardından giriştiği ölümsüzlüğe ulaşma çabasının nafile olduğunu ve Tanrı Enlil’in öğütleriyle, insanın ancak büyük bir ad bırakmakla ölümsüzlüğe erişebileceğini kabul etmiştir.Özellikle 11. Tbalet Nuh Tufanı’Nın çok daha eski bir versiyonu olduğu için kil tabletlerin bulunması insanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden birisi olmuştur.
ON BİRİNCİ TABLET
Gılgamış ona, uzaktaki (102) Utnapiştim’e dedi:
“Utnapiştim, sana bakıyorum, biçimin başka değil; benim gibisin. Evet, benden ayrı değilsin, benim gibisin!
Senin yüreğin savaş için yaratılmıştır! Nasıl oluyor da böyle sırt
üstü yatıyorsun? Anlat! Tanrıların toplantısında yaşamı aramaya nasıl karar verdin?” Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Tanrıların gizini söyleyeyim:
Şurippak (103), senin bildiğin bir kent, Fırat’ın kıyısındadır. Bu
kent çok eskiden varken, tanrılar bu kentin yanındaydılar. Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi. Bunların babaları soylu Anu,
hükümdarları yiğit Enlil, büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi ve Bilge Ea da onların toplantısında yer aldı. Ea, tanrıların
verdikleri kararı, kamıştan bir çite anlattı: “Kamış çit, kamış çit!
Duvar, duvar! Kamış çit dinle, duvar anımsa (104)! Şurippaklı
Ubar-Tutu’nun (105) oğlu (106), evi sök. Bir gemi yap. Serveti bırak. Yaşamı ara! Mülkten nefret et! Canını kurtar! Canlı yaratıkların her
türünden geminin içine yükle. Yapacağın geminin her yanı uyumlu bir
ölçüde olsun. Onun eni ve boyu bir ölçüde olsun. Yağmura karşı onun
her yanına bir çatı kur.” Ben, bunu anlar anlamaz Ea’ya, efendime
dedim:
“İyi, anlaşıldı efendim. Şimdi bana ne dedinse iyi dikkat ettim. Ben
yapacağım. Fakat, kent halkı ve yaşlılar sorarsa ne diyeyim?” Ea,
konuşmak için ağzını açıp bana, kölesine dedi:
“Be adam, insanlara şöyle dersin: Sanırım Enlil benden nefret etmeye
başladı. Bunun için sizin kentinizde artık kalmayacağım. Enlil’in
toprağına artık ayak basmayacağım. Apsu’ya (107) inmek istiyorum.
Orada beyim, Ea’nın yanında kalacağım. Ea, üzerinize bir bereket
yağmuru yağdıracaktır. Bundan sonra, tufan, kuşların saklı yuvalarını ve balıkların sığınaklarını size getirecek ve bol ürün alacaksınız.
Bulutları güden bey, üstünüze gerçek bir buğday yağmuru
yağdıracaktır.” Halk çevresine toplandı.
(Bundan sonraki 4 satırda yaşlıların ve gençlerin gemiye gerekli
gereçleri taşıdıkları anlatılmaktadır.)
Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlardı. Güçlü erkekler gemiye yedek kereste getiriyorlardı. Beşinci günde geminin kaburgasını
oluşturdum. Geminin temeli (omurgası) bir iku (108) genişliğindeydi.
Kenarları (küpeştesi) iki kez on kamış (109) yüksekliğindeydi. Üst
güvertesi de alt güverteye tümüyle eşitti. Bunun da her yanı, iki kez on kamış uzunluğundaydı. Bundan sonra geminin dış yüzünü (bordasını)
hazırladım ve onları boyadım. Gemiyi altı katlı yaptım. Geminin alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım, ambarını da dokuza böldüm.
Ortasına da su kazıkları çaktım (110). Güzel kürek seçtim. Ve geminin yedeklerini ambara koydum. Eritmek için kazana 21600 …… zift
döktüm (111). Bunun yarısını saf zift olarak gemiye sakladım.
Tekneciler, gemiye 10800 şırlık (112) getirdiler. Bunun üçte biri
peksimet kızartmak için harcandı; üçte ikisini de gemici sakladı.
İşçilere çok sığır kestim. Ve her gün koyun boğazladım. Ustalara,
ırmak suyu gibi bira, rakı, şırlık ve şarap akıtıldı. Bunlar, Nevruz
bayramına benzer bir bayram kutladılar. Ustayı yağlamak için kendi
elimi de bulaştırdım. Gemi yedinci günde tamam oldu. Gemiyi kızaktan
indirmek güç oldu. Çünkü, geminin üçte ikisi suya girinceye dek, onu, kızak üzerinde aşağıdan ve yukarıdan itmek zorunluğu vardı. Elime
geçen her şeyi içine yükledim. Elime geçen her gümüşü içine yükledim. Elime geçen her altını içine yükledim.
Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim. Yazının yabanıl,
yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım.
Şamaş, bana bir süre verdi: bulutları güden, akşamleyin bir buğday
yağmuru yağdıracak diye. O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar ağzı)
kapa diye. Bu süre yaklaştı: bulutları güden, akşamleyin buğday
yağmurunu yağdırıyordu. Ben havanın yüzüne baktım. Hava, bakılmayacak kadar korkunçtu. Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım. Gemici
Pusur-Amurri’ye, gemiyi yaptığından dolayı, sarayı her şeyiyle teslim ettim. Artık gökten kara bulutlar yükseldi. Bulutların içinde Adad
(113) gürledi. Şullat ve Haniş (114), tanrıların kafilesini
çekiyorlardı. Saray uluları, bunların peşi sıra dağları ve ovaları
aşıyorlardı. Büyük İra (115), bütün bentlerin kazıklarını çekti.
Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı. Anunnaki
tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı. Tanrıların saçtıkları
ışın, ülkeyi kızıla boğuyordu. Fırtına tanrısının saçtığı yalım,
gökyüzünü yalıyordu. Bütün güneşin ışıklarını kararttılar. Büyük
fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı. Bir gün karayel esip hepsini sildi süpürdü. Sonra birdenbire poyraz esip ülkenin altını üstüne
getirdi. Rüzgârlar insanların tepesinde savaş edercesine çarpıştılar. Kimse kimseyi göremiyordu. Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu. Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler. Ve göğün en yüksek
katına kadar çıktılar. Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı. Göğün en son eteklerinde büzülüp yatıyorlardı. İştar çocuğuna ağlayan bir ana gibi bağırıyordu. Tanrıların ecesi, güzel sesiyle âh ediyordu: Yazık o güne. O gün çirkef olsun. Benim, tanrılar meclisinde kötülük
buyurduğum o gün. Ben nasıl oldu da tanrılar toplantısında kötülük
buyurdum? Nasıl oldu da insanları yok etmek için bu savaşımı buyurdum? Benim sevgili insanlarım, denizi balıklar gibi doldursunlar diye mi
doğuyordu? Anunnaki tanrıları onunla birlikte âh ediyorlardı. Onlar,
yerlerinde ağlayarak oturuyorlardı. Dudakları çatlamıştı (116). Ve
ağızlarından buhar çıkıyordu. Fırtına ve tufan, altı gün, yedi geceyi geçti. Fırtına yurdu silip süpürüyordu. Artık yedinci gün gelince
tufan fırtınası savaşımı durdurdu. Önceden dalgaları bir ordu gibi
birbiriyle savaşan deniz, şimdi dinginleşti. Kötü rüzgâr dindi ve
tufan sona erdi. Havaya baktığım zaman ortalıkta sessizlik vardı. Ve
bütün insanlık çamur olmuştu. Suyun bastığı yüzey, dümdüzdü. Bunun
üzerine hava deliğini açtığım zaman, güneşin sıcağı burnumun
kanatlarına vurdu. Diz çöküp oturdum ve ağladım. Gözyaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu. Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını
aradım. Her yana on iki kez on iki defa bakınca denizden bir ada
yükseldi. Sonunda gemi Nissir (117) dağına oturdu. Nissir dağı gemiyi tutup onu sallanmaya bırakmadı. Birinci gün, ikinci gün Nissir dağı
gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Üçüncü gün, dördüncü gün,
Nissir dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Beşinci ve
altıncı gün Nissir Dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı.
Yedinci gün gelince, dışarı bir güvercin çıkarıp uçurdum. Güvercin
gitti, geldi. Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü. Dışarı bir kırlangıç çıkarıp uçurdum. Kırlangıç gitti, geldi. Onca konacak
bir yer belli olmayınca geri döndü. Dışarı bir karga çıkarıp uçurdum. Karga gidip bir keliyi (118) gagaladı. Bundan sonra dört rüzgâr yönüne her şeyi dışarı salıverip bir kurban kestim. Dağın tepesinde bir tütsü sungu hazırladım. Artık yedi ve nice yedi sungu küpleri yerleştirdim. Bu küplerin taslarına güzel kokulu kamış, katran sakızı, ve mersin
kokusu (myrte) döktüm. Tanrılar bu güzel kokuyu aldılar. Tanrılar,
kurban verenin tepesinin üstünde sinekler gibi toplandılar. Büyük
tanrıça oraya gelir gelmez kendi zevki için yaptığı büyük gerdanlığı
yukarı kaldırdı: “Siz oradaki tanrılar! Ben boynumda taşıdığım bu
gerdanlığın taşlarını nasıl unutmuyorsam, bu günleri de sonsuza dek
anımsayacağıma ve asla unutmayacağıma ant içerim. Bütün tanrılar bu
güzel koku sungusuna gelsinler. Ama, Enlil bu sunguya gelmesin! Çünkü körü körüne tufan yaptı ve insanlarımı yıkıma uğrattı!” Enlil oraya
gelir gelmez, gemiyi görünce öfkelendi. İgigi tanrılarına son derecede kızdı: “Buradan bir can kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse
kurtulmamalıydı!” Ninurta, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e,
yiğite dedi:
“Böyle bir şeyi Ea’dan başka kim bulup düşünebilirdi? Her beceriyi,
her hileyi yalnızca Ea bilir.”
Ea, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi:
“Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil! Ah, nasıl olur da sen
körükörüne tufan yaptın? Onun suçunu suçluya yüklet! Kelepçesini
gevşet ki etini kesmesin. Yine kelepçesini çek ki daha gevşek olmasın (119). Senin yaptığın bu tufan yerine, bir aslan kalkıp insanları
azaltsa daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, bir kurt kalkıp
insanları azaltsaydı daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, veba tanrısı kalkıp insanlara bulaşsaydı daha iyiydi!. Ben, büyük
tanrıların gizini açığa vurmadım! Aklı pek çok olan (120) bir düş
gösterdim. O, böylece tanrıların gizini öğrendi. Şimdi onun için bir
karar vermek sana düşer!” Enlil, geminin içine binip elimden tuttu ve beni karaya çıkardı. Kadınımı da çıkarıp yanında diz çöktürdü.
Alınlarımızı elledi ve aramızda durarak bizi kutladı. “Utnapiştim,
bundan önce bir insandı. Fakat şimdi, Utnapiştim ve kadını bizim gibi tanrılar olsunlar! Utnapiştim otursun! Uzakta. Irmakların denize
döküldüğü yerde!”
Enlil’in bu sözlerinden sonra, beni aldılar ve uzakta, ırmakların
ağzına oturttular. Şimdi sana tanrıları kim toplayacak? Aradığın
yaşamı nasıl bulacaksın? Haydi altı gün ve yedi gece uykusuz kal!” O, dizlerinin üstüne çömeldiği yerde, uyku ona, sis gibi yavaş yavaş
soluğunu verdi (121).
Utnapiştim ona, karısına dedi:
“Adama bak! Yaşamı istiyordu. Uyku ona sis gibi, yavaş yavaş soluk
verdi!”
Karısı ona, Utnapiştim’e dedi:
“Sen onu elle de, adam uyansın! O, geldiği yoldan esenliğe geri
dönsün. O, çıktığı kent kapısından ülkesine varsın!”
Utnapiştim ona, karısına dedi:
“İnsanoğlu kötüdür. Ve o, sana kötülük eder. Haydi onun günlük
ekmeklerini pişir ve her gün başucuna koy! Uyuduğu günleri de duvara
çiz!” O, onun günlük ekmeklerini pişirdi ve her gün onun başı ucuna
koydu.
Uyuduğu günleri de ona imledi.
Birinci ekmeği kupkuruydu. İkincisi büzülmüştü. Üçüncüsü yaştı.
Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştı. Beşinci ekmek küflenmişti. Altıncı ekmek pişmişti. Yedinci ¯ bu anda adamı elledi ve o, uykusundan
irkilip uyandı. Gılgamış ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Beni uyku basar basmaz, sen durmadan beni elledin ve sen beni
uyandırdın.”
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Haydi Gılgamış, günlük ekmeklerini say! Ve işte şu duvar, sana
uyuduğun günlerin sayısını göstersin! Birinci ekmeğin kupkurudur.
İkincisi büzülmüştür. Üçüncüsü yaştır. Dördüncü ekmeğin kabuğu
ağarmıştır. Beşinci ekmek küflenmiştir. Altıncısı pişmiştir. Yedinci ¯ bu anda sen uykudan irkilip uyandın!” Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi: “Bana yardımcı kal! Nereye gideyim? Bütün organlarımı kötü ruhlar
kapladı! Yatak odasında ölüm bekliyor; neye baksam, o, ölümdür (122).” Utnapiştim ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, denizin rıhtımı seni aldatsın. İki kıyı arasında gidip
gelen gemi senden nefret etsin! Her zaman, erişmek istediğin denizin
kıyısından her seferinde yoksun kal (123)! Buraya getirdiğin adamın
gövdesi kirden kabuk bağlamıştır. Giydiği post, bedeninin güzelliğini bitirmiştir. Urşanabi, onu alıp yıkanacak yere götür. Kutsal bir
rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıka! O,
sırtındaki postu atsın ve deniz onu götürsün. Onun güzel bedeni
parlasın! Yepyeni olsun başındaki külâh. Bir kaftan giymiş olsun.
Görkemli bir giysi! O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca,
yurduna varıncaya dek, kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kalsın (124)”.
Urşanabi onu alıp yıkanma yerine götürdü. Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıkadı. O, sırtındaki postu
attı ve deniz onu götürdü. Onun güzel bedeni parladı. Yepyeni oldu
başındaki külâh, bir kaftan giymiş oldu. Görkemli bir giysi. O,
ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kaldı. Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler.
Gemiyi dalgaya kaptırarak sürüp gittiler.
Karısı ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Gılgamış geldi, yoruldu, güçlük çekti. Ona ne verdin ki o yurda
dönüyor?”
Fakat o, Gılgamış, geminin küreğini kaldırdı ve gemiyi kıyıya
yanaştırdı (125).
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, geldin, yoruldun, güçlük çektin. Sana ne verdim ki
yurduna dönüyorsun?
Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer, ama
dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar. Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!” Gılgamış bunu duyar
duymaz derin bir kuyu kazdı. Ve ayaklarına ağır taşlar bağlayıp kuyuya indi. Ayağına bağladığı taşlar onu yerin altındaki tatlı su denizinin dibine kadar batırdı. Ama o, otu aldı ve dikenleri ellerine battı.
Bundan sonra Gılgamış, ağır taşları kesip yukarı fırladı. Kuyunun suyu onu fırlatıp denizin kıyısına attı. Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye
dedi:
“Urşanabi, bu ot büyülü bir ottur; insan bununla gençliği kazanır. Bu ota, “yaşlı genç olur” denir. Bunu Uruk’a yanımda götürmek istiyorum. Onu sevdiklerime yediririm. Ve onu parça parça doğrayayım. Sonra da
kendim yiyip tam çocukluğuma döneyim.” İki kez yirmi saatten sonra
biraz yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam
dinlenmesine bıraktılar. Gılgamış burada suyu soğuk bir kuyu gördü.
Suda yıkanmak için aşağı indi. Bir yılan otun kokusunu aldı. Ve
taşların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü (126). Gılgamış geri
döndüğü sırada yılan gömleğini atmıştı! Bu anda Gılgamış yere oturmuş ağlıyordu. O, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi kollarım kimin için yoruldu? Kimin için yüreğimden kanlar
boşandı? Kendime iyi bir şey kazandım. Yer aslanı (127) için iyilik
yapmış oldum. Şimdi denizin kabarması, beni iki kez yirmi saat, o yere geri götürse bile, gereçler kuyuyu kazdığım zaman içine düşmüştü.
Burada işime yarayacak olan gereçleri nasıl bulabilirim? Olmaz!
Yurduma geri dönmeliyim.” Gerçekten Gılgamış gemiyi kıyıda bıraktı.
İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar. Onlar Uruk pazarına
geldiklerinde, Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü! Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı gözden geçir! Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir?
Temeli yedi bilge kurmamış mıdır? 3600 dönüm kent. 3600 dönüm hurma
bahçesi, 3600 dönüm kerpiç kuyu. Üstelik İştar tapınağının çukuru.
Bunların topu üç kez 3600 dönüm. Ve işte bunların hepsi Uruk’tur.”