Content feed Comments Feed
YOUR ADSENSE CODE HERE ... 728 X 90

Karevel ne zaman kullanıldı ?

Kaptan Henry'nin, keşif merakından başka önemli bir özelliği daha vardı: Gemiler yapmak. Afrika'yı keşfedebilmek için, uzun yolculuklara dayanabilecek ve hız yapabilecek bir gemiye gerek duyan Henry, kravel'i(küçük yelkeni gemi) inşa etti.Atlantik Denizi'nin kısa sürede pek çok deniz serüvenine sahne olacağını tahmin eden kaptan Henry, bu yolculuklar için uygun araçlar gerektiğini farkederek, bu konuyua önem verdi. ...

Vikingler,Kuzey Amerika'ya ne zaman ulaştı ?

Ülke keşfetme konusunda benzerleri arasında en başarılı toplum , Vikingler'dir.Doğuştan gemici ve uzman kaptan olan bu toplum, o zamna dek çoktan Akdeniz'i tanıyıp.Kuzey'in pek de dost görünmeyen bölgelerini keşfetmeye çıkmışlardı.İlgilerini en çok çeken kıta ise Grönland idi.Buraya ulaşan ilk Viking,Kızıl Erik'ti.(980) Bir süre sonra Erik'ten ses çıkmayınca...

İsveçliler, Rus Ordusu'nu ne zaman geriletti.

1700 yılında,Finlandiya Körfezi'nde bulunan Narva adlı küçük bir kentte yapılan savaş, İsveçlilerin Baltık'taki egemenliğinin ilk adımı sayılır.Narva'da bulunan 100 kişilik küçük bir garnizon, o bölgeyi almak isteyen 60 bin kişilik Rus Ordusu'nun saldırsına uğrayınca, İsveçliler önce iyice direndiler.Ama,Rus Ordusu çok güçlü idi.Narva'nın düşmesine çok az kala, Kral XII.şARLI'IN durumu önceden......

Eski Uygarlıklar

Nil Nehri yataklarında gelişen Mısır uygarlığı , bıraktığı kültür ve sanat hazinelerei ile dünya uygarlığında önemli bir yer tutar. Geride bıraktığı tapınaklar , mezarlar , mücevherler ve yazılar ile en zengin uygarlıklardan biri olan bu uygarlıktanieski Mısır'ı neredeyse gözümüzün önünde canlandırabiliriz.Firavunlar ve rahipler gibi ilginç kişilerden başka,dönemine göre çok gelişmiş bir topluma sahip olan Mısırlılar,bıraktıkları resimler aracılığı ile uygarlıklarının ince ayrıntısna dek öğrenilebilmesini sağladır...

İlk Keşifler ne zaman yapıldı ?

İlk ilginç keşif,M.Ö. 600 yılında Mısır'da Firavun II.Necho döneminde yapıldı.Firavun,Afrika'nın çevresini,Kızıldeniz'den geçerek Nil Deltası'na dönecek şeklide dolaşasını zorunlu kılarak,bir yarışma düzenledi.Bu yarışmada görev verdiği toplum ise, Fenekeliler idi...

İlk mamuta ne zaman rastlandı?

Mamut,bildiğimiz filin gerçek atası olmakla birlikte, ikisinin aynı kökenden geldikleri söylenebilir.Enon Jeolejik Dönem'de yaşaması nedeniyle, mamutun,insanla aynı dönemde oluştuğunu söyleyebiliriz.Bu hayvana ait ayrıntılı fosiller, Sibirya'da bulundu.Onbinlerce yıl önce yaşayan ve çok az bozulmuş bir mamut ölüsüne, 1899 yılında Sibirya, Berezovka'da rastlandı. Bu içinde kaldığı için çürümeyen hayvan, buzların çözülmesi sonucu...
CahayaBiru.com

Vücudumuzun Sırları

Gönderen by sid 15 Haziran 2011 Çarşamba


İnsan vücudu mucizelerle dolu. İşte insan anatomisi ile ilgili sırlardan bazıları:

*O kadar çok karbon taşırız ki bunları bîr araya toplayıp kullanmak mümkün olsa; 9000 adet kurşun kalem yapabiliriz. 2200 kibrite yetecek kadar fosforumuz, 250 gramdan fazla sürfürümüz, bir kaşık dolusu muz mağnezyummuş, 5 cm boyunda bir çivi yapacak kadar demirimiz vardır.

*Vücudumuzda 25 milyar oksijen alıcı kırmızı kan yuvarlakları bulunmaktadır. Bunları bir yüzey üzerine yayacak olursak 2570 metre karelik bir alanı kaplar.
{mosgoogle none}

*Bebekken 270'den fazla kemiğimiz varken, büyüdükçe bunların bazısı birbiriyle kaynaşarak sonunda sadece 206 kemikle kalırız.


*Kalbimiz normal olarak dakikada 70-72 kere atar. Bu atışa göre, 70 yaşındaki insanın kalbi 2500 milyon kere atmış ve bu süre içindede 167561600000 kilo kan, damarlarımıza pompalamıştır

*Normal bir vücut ısısı ile, insanın dayanabileceği en sıcak suyun ısısı 110°C 'dir.

*Normal bir insan vücudunda bulunan elektrik, 25 Wattlık bir lambayı dakikalarca yakabilir.

*Esmerlerde 120 bin, sarışınlarda ise 140 bin adet saç teli vardır. Her geçen gün başımızdan 25.000 arasında saç teli kopar ve yerine yine aynı sayıda yenileri çıkar.

*Tek bir dakika içerisinde 1025 cm küplük havayı içimize çeker, 4 kilograma yakın kanı vücudumuz içinde devrederiz.

*Yapılan araştırmalara göre 6 dakika su altında kalabilir, 20 dakika nefesimizi tutabilir, sıfırın altında 103 derecelik bir soğuğa karşı koyabiliriz. 30 gün aç 110 saat da uykusuzluğa dayanabiliriz.

*Tırnaklarımız bir yılda
3,75 metre kadar uzar.

*İnsan doğduktan bir kaç gün sonraya kadar, hiç birşey duymayacak kadar sağırdır.

*Vücudumuzda bulunan yağla 7 iri sabun kalıbı yapabiliriz.

Roma'yı kim yaktı?

Gönderen by sid

Roma'yı kim yaktı?
Roma'yı İmparator Neron'un yaktığı sanılır. Oysa, gerçek bu değil...



Bu konuda tüm tarihçiler uzun süredir görüş birliğindeler. Peki o zaman, kim yaktı? Eski Yunan tarihi üzerinde araştırmalar yapan Gerhard Baudy, yedi tepeyi ateşe vererek Roma'yı yakanların Hıristiyanlar olduğunu ileri süren tezi destekleyecek yeni belgeler buldu. Hıristiyanlar bu öfkeli eylemi gerçekleştirmek için öyle herhangi bir zamanı seçmemişlerdi. Baudy'ye göre, felaketin yaşandığı gün olan 19 Temmuz 64'te, Büyük Köpek Takımyıldızı'na dahil bir yıldız olan Sirius, güneş doğmadan kısa süre önce görülebilecek konuma gelmişti. Sirius'un erken doğuşu olarak nitelendirilen bu doğa olayı, İlkçağ'da önemli sinyaldi. Bu sinyal, bir dönüm noktası olarak görülüyor ve Roma İmparatorluğu'nun çökme zamanının geldiğini haber veriyordu.

İlginç Bilgiler

Gönderen by sid


7. yüzyıl Meksika yerlileri Toltecler, düşmanlarını öldürmemek için savaşa tahta kılıçlarla gitmişlerdir

Fransa Kralı 14. Louis sudan nefret ederdi ve hayatında sadece 3 kez banyo yaptı.

1883 yılında, Endonezya’daki Krakatoa yanardağı patladığında, ortaya çıkan ses Amerika’nın eyaleti Texas’tan duyulmuştu.

Mısırlılar'da, tırnağı koyu kırmızı başta olmak üzere kırmızının tonlarına boyamak aseletin simgesiydi. Toplumun alt kademelerine dahil olan insanlar ise ancak soluk renkler kullanbiliyorlardı.

Havadan çekilen ilk fotoğraf, Amerikan İç Savaşı sırasında bir balondan çekilmiştir.

Türkiye'de ilk uluslararası internet bağlantısı 12 Nisan 1993 tarihinde gerçekleşmiştir.

Geçtiğimiz son 3500 yılın, sadece 230 yılı savaşsız, barış içinde yaşanmıştır.

Eski Mısırlıların kullandıkları yastıklar taştandı.

Tarihteki en kısa savaş 1989 yılında Zanzibar ile İngiltere arasında meydana gelmiş ve sadece 45 dakika sürmüştür.

Birinci Dünya Savaşı'nda Fransa, ülkedeki tüm taksileri devraldı ve askerler cepheye bu taksilerle taşındı.

100 Yıl savaşları 116 yıl sürmüştür

Hala son Buzul Çağı'nın içindeyiz.

Coğrafyacılar bir buzul çağını, Dünya'nın tarihinde kutuplarda buz takkeleri bulunan bir dönem olarak tanımlıyor. Mevcut iklimimiz bir "buzularası" döneme tekabül eder. Bu, "buzul çağları arasında" olduğumuz anlamına gelmez. Bu ifade, bir buzul çağı içinde, daha yüksek sıcaklıklar yüzünden buzların çekildiği dönemi tanımlamak için kullanılır,

"Bizim" buzularası dönemimiz, içinde bulunduğumuzu düşündüğümüz Dördüncü Buzul Çağı'nda 10.000 yıl önce başladı.

Ne zaman biteceği konusunda değişik tahminler var; buzularası dönemin ne kadar sürdüğü ile ilgili görüşler 12.000 ila 50.000 yıl arasında değişir (insan kaynaklı etkileri hesaba katmazsak).

Tahminlerdeki bu oynamanın sebepleri çok net değildir. Olası etmenler arasında kara kütlelerinin içinde bulunduğu (konum, atmosferin bileşimi, Dünya'nın Güneş etrafındaki yörüngesinde ve hatta Güneş'in galaksinin etrafındaki yörüngesinde meydana gelen değişiklikler yer alır.

1500'de başlayan ve 300 yıl süren "Küçük Buzul Çağı" sıralında kuzey Avrupa'da ortalama sıcaklık 1°C düştü. Bu çağ aynı zamanda güneş lekesi faaliyetlerinin son derece düşük olduğu bir dönemle çakışır. Ama bu ikisinin birbirleriyle bağlantılı olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur.

Bu dönemde Kuzey Kutup Bölgesi'ndeki buz örtüsü o kadar güneye yayıldı ki, Eskimolar kayıklarla altı kere İskoça'ya kadar ulaştı ve Orkney Adaları sakinleri yolunu şaşırmış bir kutup ayısıyla baş etmek zorunda kaldı.

Utrecht Üniversitesi'nde son zamanlarda yapılan bir araştırma, Küçük Buzul Çağı'nı Kara Veba'ya bağladı.

Bu araştırmaya göre, tüm Avrupa nüfusundaki müthiş azalma, terk edilmiş tarım arazilerinin yavaş yavaş milyonlarca ağaçla kaplanmasına yol açtı. Bu da atmosferden önemli miktarda karbondioksit soğurulmasına sebep olarak, bir "anti-sera etkisi"yle ortalama sıcaklığı düşürdü.

Pinpon topları ve yaka kolaları. Filmler artık selüloitten yapılmaz.

Selüloidin en temel bileşeni selüloz nitrattır, günümüzde filmler selüloz asetattan yapılır.

Selüloit genelde ilk plastik olarak görülür. Teknik olarak ifade edecek olursak termoplastiktir, bu da her ısıtıldığında yeniden şekil verilebildiği anlamına gelir.

Selüloit, selüloz nitrat ve kafurdan yapılır. Selüloz doğal olarak bitkilerin hücre duvarında oluşur. Kafur ise kafur ağacından elde edilir ve belirgin bir biçimde, hammaddesi olduğu naftalin gibi kokar.

İlk selüloit Alexander Parkes tarafından üretildi

Selüloit, ilk kez İngiltere Birmingham'da, sugeçirmez giysilerde kullanmak üzere 1856'da patentini almış olan Alexander Parkes tarafından üretildi. Selüloitten ilk yararlanılan alanlardan diğeri, bilardo topu ve takma diş yapımında ucuz fildişi muadili olarak kullanımıdır.

Selüloidin esnekliği film endüstrisini mümkün kıldı. Sert cam plakalar projektörden akamaz. Diğer yandan selüloit hem çok yanıcıdır hem de çabuk parçalanır, bu yüzden saklaması zordur. Artık çok az kullanılmaktadır.

Artık selüloidin yerini, (kağıt hamurundan yapılan) selüloz asetat ve (bir petrol ürünü olan) poüetilen gibi daha dayanıklı plastikler almıştır.

İlk seüloz nitratın tesadüfen keşfi

Selüloz nitrat (ya da nitroselüloz), 1846'da, altı yıl önce ozonu keşfetmiş olan Christian Schönbein tarafından tesadüfen keşfedildi.

Schönbein, mutfağında nitrik ve sülfürik asitle deney yaparken bir şişe kırdı ve dökülenleri karısının pamuklu önlüğüyle sildi. Daha sonra bu önlüğü kuruması için kuzinenin üstüne koyunca önlük birden alev aldı. Böylece Schönbein, eski Çinlilerin icat ettiği baruttan sonra ilk yeni patlayıcıyı keşfetti.

Yeni patlayıcının yol açtığı felaketler

Bu yeni patlayıcıya "pamuk barutu" adı verildi. Dumansızdı ve barutun dört katı kadar daha güçlüydü.

Schönbein hemen patentini alıp tüm üretim haklarını John Hail ve Oğulları'na sattı. Ertesi yıl Kent, Faversham'daki fabrikaları havaya uçtu ve 21 kişinin ölümüne neden oldu.

Ölümcül patlamalar Fransa, Rusya ve Almanya'da da devam etti. James Dewar ve Frederick Abel'in 1889'da korditi yaratıp selüloz nitratın stabil bir kullanımını bulması 40 yıl aldı. Dewar bundan yedi yıl önce termos matarayı icat etmişti.


Sivrisinek ısırdığı zaman, antikoagülan (kan pıhtılaşmasını engelleyen) enzimleri içeren tükürük enjekte ediyor. Isırıldığınız ilk sefer, bir şey olmuyor, ancak bağışıklık sisteminiz sonra bu yabancı proteinlere engel olmak için antikorlar yapmaya başlıyor. Bir süre için, bu bağışıklık reaksiyonu kaşıntıya ve şişmiş kabarcığa neden oluyor.


Satranç oyununda Şah koruma altındadır. O sanki bir köşede korkudan sinmiş bir şekilde olanlara bakan, titrek adımlarla birer birer ilerleyen, arada sırada 'hadi ne zaman rok yapacaksanız, yapın' diye inleyen bir insan görünüşü verir. Halbuki vezir, satranç tahtasını oradan oraya dolaşarak, atlayarak, zıplayarak, rakibi yıpratarak, son derecede etkin bir şekilde hareket etmektedir.
Bu taşın bizdeki adı vezir (bakan gibi bir şey) olduğu için bu hareketlilik normal görülebilir ama Batı ülkelerinin bu taşa kraliçe anlamında 'queen' adını verdiklerini düşünürseniz ortaya tuhaf bir durum çıkar. Hele satrancın tarihinin 7. yüzyıldan öncesine gittiği göz önüne alınırsa, o zamanlar daima ordularının başında savaşa giden krallara, şahlara satrançta niçin böyle pasif bir rol verilmiştir, anlaşılmaz.
Satrancın ilk olarak 6. yüzyıl içinde Hindular tarafından oynanmaya başlanıldığı, daha doğrusu Hinduların 'chaturunga' (şaturanga) isimli oyunundan geliştiği ileri sürülüyor. 'Chaturunga' sözcüğü Sanskritce'de 'dört kol', 'dört kollu ordu' veya 'dört silah' anlamına gelmektedir.
O zamanki Hint ordusu dört bölümden oluşuyordu. Filler, savaş arabaları, süvariler ve piyade. Bugün bu dört kola, fil, kale, at ve piyon diyoruz. Avrupa savaşlarında fil kullanılmadığı için bu taşa piskopos (bishop) adı verilmiştir. Bizdeki at Arapçada süvari, Avrupa'da ise şövalye olarak adlandırılmıştır. Yani medeniyetler satranç terimlerinde kendilerine göre bazı değişiklikler yapmışlardır.
Şaturanga Hindistan'dan önce İran'a geçti ve geçerken ismi. 'şatrang' oldu. Arap orduları onu 1000 yıl kadar önce, fethettikleri İspanya üzerinden Avrupa'ya getirdiler. Araplar oyuna 'şatranj' veya 'al-şah-mat' (şah ölü) ismini verdiler. Ancak şah oyunda hiçbir zaman ölmez, diğer taşlar gibi oyun tahtasının dışına çıkartılamaz. Vatanı olan karelerde kımıldayamaz hale gelince esir düşer. Satranç ismi Türkçeye Arapçadan girmiştir.
İlk oynanış şeklinde bugünkü hareket kabiliyetindeki bir vezir veya kraliçe yoktu. Gerçi şahın yanında Araplar tarafından akıllı adam diye isimlendirilen bir taş vardı ama hareket imkanı çok kısıtlıydı. Sadece bir kere o da çapraz olmak koşuluyla ilerleyebiliyordu.
Asırdan asıra, ülkeden ülkeye satranç oyunu gittikçe gelişti ve bazı değişikliklere uğradı. Avrupa'ya ulaştığında vezirin ismi kraliçe oldu ama hareket imkanı hala kısıtlıydı. Bununla belki o yıllarda Avrupa'da yaşayan güçlü kraliçelerin, krallarının daima yanında olup onları kollamaları şeklinde sosyal bir bağlantı kurulabilir.
Bu şekli ile satranç oyunu çok yavaş oynanabildiğinden oyunu süratlendirmek için kraliçe (vezir) ve filin güçleri, yani hareket imkanları arttırıldı, etkinlik sahaları genişletildi. Bir başka kural değişikliği ile satranç tahtasının karşı kenarına varabilen bir piyonun kraliçe (vezir) olabilmesi imkanı tanındı.
Bu, çok çağdaş ve demokratik bir değişimdi. Taşların en güçsüzü ve alçak gönüîlüsü piyade, işlerinde sebat eder ve başarı ile ilerlerse en güçlü taş olabiliyor, hatta karşı tarafın şahını mat ederek en son sözü söyleyebiliyordu. Avrupa'da gün geçtikçe gelişen demokrasi, yıkılan krallıklar satranca da yansıyordu. Şah artık örneği çok az kalmış, güçsüz monarşik hükümdarlar gibi köşesinden pek çıkamıyordu.
Gerçeği oyunda iken ikinci bir kraliçenin ortaya çıkması ise başlangıçta oyuncuların kafasını karıştırdı ama hangi şah bir yerine iki kraliçesinin olmasını istemez ki!

Öğle yemeği için. Kobaylar ya da hintdomuzları artık neredeyse hiç deney hayvanı olarak kullanılmıyor, ama Perulular bunlardan her yıl yaklaşık 65 milyon adet tüketiyor. Ayrıca Kolombiya, Bolivya ve Ekvador'da da afiyetle yeniyorlar. En lezzetli yerleri tabii ki yanaklarıdır.

Laboratuvar hayvanlarının yüzde 99'u fare ve sıçanlardan oluşmaktadır ve tavşan ve tavuklar kobayların kendisinden çok daha fazla "kobay" olarak kullanılmaktadır.

Fare ve sıçanlar, genetik olarak daha kolay değiştirilebilirler ve 19. yüzyıl tıp araştırmalarının en çok tercih edilen kurbanları olan kobaylara nazaran çok daha çeşitli insan hastalığına model oluşturabilirler. 1890'larda difterinin antitoksini, kobaylar kullanılarak bulunmuş ve milyonlarca çocuğun hayatı kurtulmuştur.

Günümüzde kobayların kullanımları aşırı duyarlılık reaksiyonu çalışmalarında devam ediyor. Ayrıca beslenme araştırmalarında da kobaylardan faydalanılıyor, çünkü kobaylar (primatlar haricinde) C vitaminini kendileri sentezleyemeyen tek memelidir ve bu ihtiyaçlarını yiyecekler aracılığıyla karşılar.

Ortalama bir kobayın ağırlığı 250 gramla 700 gram arasında değişir, fakat Peru'daki La Molina Üniversitesi bir kiloluk kobaylar geliştirerek ihracat pazarında rağbet görmeyi umuyor. Eti az yağlı ve kolesterolü düşüktür, tadı tavşan etine benzer.

Peru'da hayvanların dumana ihtiyaçları olduğuna dair Andlar'dan gelen bir inanış gereği hayvanlar mutfakta tutulur. Ve Andlar'daki halk doktorları insanlardaki hastalıkları kobayları kullanarak ortaya çıkarır; bir kemirgen, hasta bir insanın üzerinde gezdirildiğinde hastalığın bulunduğu bölgede cıyaklayacağına inanılır. Peru'nun Cuzco şehrinin katedralinde Son Akşam Yemeği'ni tasvir eden bir tabloda İsa ve havarileri kızarmış kobay yemek üzereyken resmedilmiştir.

2003'te Venezüella'daki arkeologlar sekiz milyon yıl önce yaşamış olan kobay benzeri çok büyük bir yaratığın fosil kalıntılarını buldu. Phoberomys pattersoni bir inek büyüklüğünde ve ortalama evcil bir kobayın 1400 katı ağırlığındaydi.

İngilizcede kobaylar için kullanılan "guinea pig" teriminin nereden geldiğiniyse kimse bilmiyor. Fakat en olası açıklama, Güney Amerika'dan çıkıp Batı Afrika'daki Guinea limanı üzerinden Avrupa'ya geldikleridir.

Dünyada en sık karşılaşılan hastalık zatürree/bronşittir. Onu ishal, HIV/AIDS ve depresyon izler (Dünya Sağlık Örgütü, 1999). Yapılan hesaplara göre dünya üzerinde her yıl kadınların yüzde 10'u, erkeklerinse yüzde 3-5'i klinik (yani ciddi boyutta) depresyona giriyor.

Türkiye'de depresyon geçirme oranı kadınlarda yüzde 24, erkeklerde yüzde 3'tür. Diğer ülkelerde de durum ciddidir: Britanya'da depresyona girenlerin sayısı yaklaşık 3,2 milyondur (yüzde 7) ve sürekli artmaktadır. Britanya'da 1990-2000 arasında depresyon için yazılan reçetelerin sayısı on milyondan fazla artmıştır. Hesaplara göre, depresyonun Britanya ekonomisine maliyeti 8 milyar pounddur; buna işe gidilemeyen zaman, tedavi masrafları, intiharlar ve verim düşüklüğü dahildir (bu da her kadın, erkek ve çocuk başına yılda 160 po-unda eşittir). 25 milyon Amerikalı (nüfusun yüzde 9'u) hayatının bir döneminde klinik olarak depresyondadır.

Avustralya'da beş yaşındaki çocuklar depresyon tedavisi görmektedir. Bangladeş'te en yaygın hastalık açık ara ishaldir, bunu bağırsak kurdu enfeksiyonları izler. Fakat depresyon da yüzde 3'lük bir oranla yaygın bir hastalıktır (özellikle de kadınlar arasında).

Afrika'da depresyon, sık görülen hastalıklar sıralamasında on birinci sıradadır; ilk iki sırada ise HIV ve sıtma yer alıyor. Çoğu gelişmekte olan ülke kültüründe akıl hastalığına duyulan şüpheler, teşhisin zor olduğu ve semptomların Batı'dakine nazaran daha çok fiziksel olarak görüldüğü anlamına gelmektedir.


Bilimsel olarak Musca domestica denilen karasinekler, insan populasyonun bir parçası olarak tüm dünyaya yayılmış türlerdendir. Gübrelik yerler ve çürüyen bitki yığınları en önemli kuluçka yerleridir. Örneğin, 1 kg at dışkısında 5000-8000, 1 kg domuz ya da inek dışkısında 15000 karasinek gelişebilir. İnsan dışkısında fazla gelişemezler. Bir dişiden bir defada 2000 kadar yumurta çıkabilir. Uygun koşullarda ergin olma süresi 7 gündür. Sıcaklığa bağlı olarak 2-3 hafta kadar yaşarlar. Yılda 8-10 döl verebilirler. Bir dişiden teorik olarak (uygun sıcaklık, yaşam alanı ve besin varsa) bir yılda 250 milyar karasinek oluşabilir.


Çok kişi S.O.S.'in gemimizi kurtar (Save Our Ship), ruhumuzu kurtar {Save Our Soul) veya diğer sinyalleri durdur (Stop Other Signals) kelimelerinin baş harflerinden oluştuğunu sanır. Bu bilgiler tamamıyla yanlış olup S.O.S. harfleri hiç bir kelimenin baş harfinden oluşturulmamıştır.
Tamamen telgraf zamanından kalmadır ve gemilerde de yakın zamana kadar telsiz telgraf kullanılıyordu. Bilindiği gibi telgrafta mors alfabesi denilen sistemde her harf, nokta ve çizgilerin değişik kombinasyonundan oluşuyor. Bu sinyali gönderen maniple denilen alete tek dokunuşta karşıya nokta yani 'bip', biraz daha uzunca basınca 'dııııt' sinyali gidiyordu. Gönderenler de, alanlar da mors alfabesini ezbere bildiklerinden bu 'bip' ve 'dııııt'larda hangi harfler olduğunu çözüyor ve normal yazıya dönüştürüyorlardı.
İmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908'de üç çizgi, üç nokta, üç çizgi olan S.O.S. seçildi. Yani telsizde 'dıııt, dııııt, dııııt, bip, bip, bip, dııııt, dııııt, dııııt' sinyali aldığınızda hemen acil yardıma ihtiyacı olan biri olduğunu anlıyordunuz.
Filmlerde görmüşsünüzdür. Gemiler, özellikle uçaklar, tehlikeli bir durumda yardıma ihtiyaçları olduğunda 'mayday' (mey-dey) çağrısı yaparak durumlarını bildirirler. Bu kelime Fransızca'da bana yardım et anlamındaki m'aidez kelimesinden türetilmiştir.
Hiç dikkat ettiniz mi, filmlerde telsizle konuşan her kişinin ismi hep 'Roger' (rocır)dır. Halbuki 'roger' telsiz konuşmalarında 'anladım' anlamında kullanılır ve her iki taraf da cümlenin başında ve sonunda bu kelimeyi kullanırlar. Filmleri tercüme edenler ise bu kelimeyi bir erkek ismi sandıklarından, herkes birbirine 'Roger' diye ismen hitap ediyormuş gibi çevirirler.
Nasıl bizde telefonda harfleri söylemek için Ankara'nın 'A'sı, Bursa'nın 'B'si denilirse Roger kelimesi de İngilizce'de 'R' harfinin tanımı için kullanılır, yani Roger'in 'R'si denilir. R harfi ise mors alfabesinde başlangıçta 'anlama'nın kodu idi. Sonra konuşmalı iletişime geçilince 'Roger' olarak kullanılmaya başlanıldı. Filmleri tercüme edenlerin ABD bahriyesinde nasıl oluyor da bu kadar Roger bir araya geliyor diye uyanmamaları gerçekten ilginç!


Otomobil sanayisinin ilk dönemlerinde, araba camları bildiğimiz pencere camından yapılırdı. Ancak, kaza durumlarında camın büyük parçalara ayrılarak fırlamasının ciddi yaralanmalara yol açabildiği görülünce, "katmanlı cam" tasarımına yönelindi. Şimdiki oto camları, "polivinil butiral"den yapılma saydam plastik bir katmanla birbirine yapıştırılmış iki katman halinde. Buna, "katmanlı cam" anlamında "lamine cam" da deniyor. Ayrıca, camlar "nikel sülfid" (NiS) ilave edilerek hazırlanan erimiş camın hızlı soğutulmasıyla elde edilen "sertleştirilmiş cam" türünden. Bu tür cam, şiddetli bir darbe sonucunda kırılsa dahi, büyük parçalara ayrılmak yerine, küçük parçalara ayrılıp "tuzla buz" oluyor. Parçaların ufak olmasından ve çoğunlukla aradaki plastik katmana yapışık kalmasından dolayı, yaralanma riski büyük oranda azalıyor. Orta şiddette darbeler "örümcek ağı" olarak nitelendirilen çatlak görüntülerine yol açarken, ufak darbeler karşısında oluşan minik kırıklar, darbe alanıyla sınırlı kalıyor ve plastiğe gömülerek, "çökük" bir alan oluşturuyor. Bu bölge bir bakıma, darbe sırasında, darbeye neden olan cisimle cam arasındaki temas bölgesinin izi. Zedelenen bölge bu yüzden, çoğunlukla "yuvarlak". Bazen, camın üst katmanı zedelenmiş iken, alt katmanın sağlam kalması dahi mümkün. Zedelenme etrafında yarıçapsal çatlaklar oluşmamışsa, hasar ilerlemiyor. Aksi halde, ilk anda gözle görülemeyen çatlakların, daha sonraki ısıl genleşme farklılıklarından ve mekanik salınımlardan kaynaklanan gerilim birikmeleri nedeniyle, bir iki gün içinde boydan boya ilerlemesi mümkün.

Bu tür camlar, yıllarca sorunsuz olarak kullanıldıktan sonra, sertlik kazandıran NiS içeriği nedeniyle, ansızın patlayıp paramparça olabilmekte. Seyrek de olsa karşılaşılan bu durum, bir kalite sorunu. Çünkü, imalat sırasındaki hızlı soğutmadan önce yapılan ısıtmanın, yeterince uzun süreli, 6 saate yakın tutulmasıyla, bu risk ortadan kaldırabiliyor. Bir başka sorun, şiddetli bir darbe karşısında parçalanan camın "bembeyaz" kesilmesi nedeniyle, sürücünün önünü göremez hale gelmesi. Bu durum bazen, aksi halde hafif atlatılabilecek kazaların, çok daha ağır faturalarla sonuçlanmasına yol açabiliyor. Buna karşı önlem, "lexan" da denilen "kırılmaz cam" kullanmak. "Lexan" aslında cam değil; akriliğe benzeyen, çok dayanıklı bir tür "polikarbonat reçineli termoplastik". Yeterince kalın olduğu takdirde, tabii mermiyi atan silahın türüne de bağlı olarak, kurşun geçirmeyebiliyor. "Kurşun geçirmez cam" diye anılan malzeme bu.


Çoğu kuş, geceleri fazla hareket etmedikleri ve bu sayede de kabuk oluşumu geceleri daha kolayca tamamlandığı için, sabahın erken saatlerinde yumurtlar. Sıklıkla birer gün arayla bunu yaparak da, bir kuluçkada bıraktıkları yumurta sayısına ulaşıncaya kadar yumurtlarlar.
Bazı kuş türleriyse, sabahın erken saatlerinde beslendikleri ya da gece boyunca aktif oldukları için, öğlen saatlerinde ya da günün daha geç vakitlerinde yumurtlarlar.