Content feed Comments Feed
YOUR ADSENSE CODE HERE ... 728 X 90

Karevel ne zaman kullanıldı ?

Kaptan Henry'nin, keşif merakından başka önemli bir özelliği daha vardı: Gemiler yapmak. Afrika'yı keşfedebilmek için, uzun yolculuklara dayanabilecek ve hız yapabilecek bir gemiye gerek duyan Henry, kravel'i(küçük yelkeni gemi) inşa etti.Atlantik Denizi'nin kısa sürede pek çok deniz serüvenine sahne olacağını tahmin eden kaptan Henry, bu yolculuklar için uygun araçlar gerektiğini farkederek, bu konuyua önem verdi. ...

Vikingler,Kuzey Amerika'ya ne zaman ulaştı ?

Ülke keşfetme konusunda benzerleri arasında en başarılı toplum , Vikingler'dir.Doğuştan gemici ve uzman kaptan olan bu toplum, o zamna dek çoktan Akdeniz'i tanıyıp.Kuzey'in pek de dost görünmeyen bölgelerini keşfetmeye çıkmışlardı.İlgilerini en çok çeken kıta ise Grönland idi.Buraya ulaşan ilk Viking,Kızıl Erik'ti.(980) Bir süre sonra Erik'ten ses çıkmayınca...

İsveçliler, Rus Ordusu'nu ne zaman geriletti.

1700 yılında,Finlandiya Körfezi'nde bulunan Narva adlı küçük bir kentte yapılan savaş, İsveçlilerin Baltık'taki egemenliğinin ilk adımı sayılır.Narva'da bulunan 100 kişilik küçük bir garnizon, o bölgeyi almak isteyen 60 bin kişilik Rus Ordusu'nun saldırsına uğrayınca, İsveçliler önce iyice direndiler.Ama,Rus Ordusu çok güçlü idi.Narva'nın düşmesine çok az kala, Kral XII.şARLI'IN durumu önceden......

Eski Uygarlıklar

Nil Nehri yataklarında gelişen Mısır uygarlığı , bıraktığı kültür ve sanat hazinelerei ile dünya uygarlığında önemli bir yer tutar. Geride bıraktığı tapınaklar , mezarlar , mücevherler ve yazılar ile en zengin uygarlıklardan biri olan bu uygarlıktanieski Mısır'ı neredeyse gözümüzün önünde canlandırabiliriz.Firavunlar ve rahipler gibi ilginç kişilerden başka,dönemine göre çok gelişmiş bir topluma sahip olan Mısırlılar,bıraktıkları resimler aracılığı ile uygarlıklarının ince ayrıntısna dek öğrenilebilmesini sağladır...

İlk Keşifler ne zaman yapıldı ?

İlk ilginç keşif,M.Ö. 600 yılında Mısır'da Firavun II.Necho döneminde yapıldı.Firavun,Afrika'nın çevresini,Kızıldeniz'den geçerek Nil Deltası'na dönecek şeklide dolaşasını zorunlu kılarak,bir yarışma düzenledi.Bu yarışmada görev verdiği toplum ise, Fenekeliler idi...

İlk mamuta ne zaman rastlandı?

Mamut,bildiğimiz filin gerçek atası olmakla birlikte, ikisinin aynı kökenden geldikleri söylenebilir.Enon Jeolejik Dönem'de yaşaması nedeniyle, mamutun,insanla aynı dönemde oluştuğunu söyleyebiliriz.Bu hayvana ait ayrıntılı fosiller, Sibirya'da bulundu.Onbinlerce yıl önce yaşayan ve çok az bozulmuş bir mamut ölüsüne, 1899 yılında Sibirya, Berezovka'da rastlandı. Bu içinde kaldığı için çürümeyen hayvan, buzların çözülmesi sonucu...
CahayaBiru.com

asdafds

Gönderen oyunmercegi 21 Temmuz 2011 Perşembe

Televizyon sağlığınızı nasıl kötü etkiler?

Gönderen by sid 16 Haziran 2011 Perşembe

Televizyonu çok yakından seyrettiğinizde değil. 1960'ların sonuna kadar katot ışın tüplerinin kullanıldığı televizyon cihazları çok düşük seviyelerde ultraviyole radyasyon yayardı ve televizyon seyredenlere 2 metreden daha yakından televizyon seyretmemeleri tavsiye edilirdi.

Çocuklar en çok risk altında olanlardı. Çocukların gözleri mesafede meydana gelen değişikliklere çok kolay uyum sağladığından, çocuklar yetişkinlere göre televizyonu çok daha yakından seyredebiliyorlardı.

Yaklaşık 40 yıl önce, Sağlık ve Güvenlik İçin Radyasyon Kontrolü Sözleşmesi, üreticilerin katot ışını tüpleri için kurşunlanmış cam kullanmalarını zorunlu hale getirerek televizyonları tamamen güvenli hale getirdi.

Televizyonun asıl zararı, yarattığı tembel hayat tarzından kaynaklanmaktadır

Son yıllarda yapılan araştırmalarla, çocuklardaki obezite oranının arttığı, bunun da televizyon seyretmekle doğrudan ilgili olduğu ortaya kondu. Araştırmalara göre çocukların televizyon başında geçirdiği süre, spor yaparak ya da açık hava etkinliklerinde geçirdikleri süreden çok daha fazlaydı.

2004'te Pediatrics dergisinde yayınlanan bir araştırma, günde 2-3 saat televizyon seyreden çocuklarda Dikkat Toplama Bozukluğu (ADD) görülme ihtimalinin diğerler çocuklara göre yüzde 30 daha fazla olduğu sonucuna vardı.

2005'te Nielsen araştırma şirketi ortalama bir Amerikan ailesinin günde 8 saat televizyon başında olduğunu ortaya koydu. Bu on yıl öncesine kıyasla yüzde 12,5'lik bir artıştır ve 1950'lerde ilk kez yapılan televizyon izleme istatistiklerinden beri görülmüş en yüksek orandır.

Amerikan Pediatri Akademisi 70 yaşına gelmiş bir Amerikalının televizyon izleyerek ortalama 8 tam yıl harcamış olacağını hesapladı.


Yeryuvarının taşküre adı verilen ve yerkabuğu ile üst mantonun katı ve kırılgan en üst kesimlerinden oluşan en dış tabakası bir mozaik oluşturacak şekilde plakalara bölünmüştür. Bu plakalar üst mantonun astenosfer katmanı üzerinde bir birlerine göre hareket ederler. Bunların bazıları Avrasya, Anadolu, Arabistan, Afrika, Hint-Avustralya, Filipinler, Japonya, Pasifik, Juan d e Fuca, Kuzey Amerika, Kara ipler, Nazca, Güney Amerika ve Antarktika plakalarıdır. Kıta sınırları plaka sınırı ile birebir örtüşmez. Bir plakanın kapsadığı alan kara ve denizi kapsayabildiği gibi (örneğin Afrika Plakası), sadece kara alanını (Arabistan Plakası) ya da sadece deniz alanını (Nazca Plakası) kapsıyor da olabilir. Manto üzerinde bu plakalar birbirlerine göre sürekli yer değiştirirler ve on binlerce-milyonlarca yıl içinde, yeryüzü coğrafyasının değişmesine yol açarlar.

Plakaların birbirlerine göre sürekli yer değiştirmesi ile oluşan gerilmeler yerkabuğunun bazı kesimlerinde enerji yoğunlaşmasına neden olur. Bu yoğunlaşmış enerjinin boşa lımı ise depremleri oluşturur. Bu süreçlerin yoğun olarak geliştiği alanlar depremsellik açısından aktif bölgeler olarak tanımlanır. Bu bölgeler kimi plaka sınırları boyunca uzanan diri (aktif) fay kuşaklarında yoğunlaşır. Yeryuvarının derinliklerindeki kayaç kütlelerinin dengede olduğu alanlar ise asismik (depremselliği düşük) olarak adlanır. Bu bölgeler çoğunlukla plakanın, sınırlarından uzak, iç bölümlerindedir.

Yeryüzüne bir bütün olarak bakıldığında depremlerin, plakaların birbirlerine göre yer değiştirdikleri (uzaklaştıkları, yakınlaşıp çarpıştıkları ve sürtünmeli olarak kaydıkları) kuşaklarda sıklıkla ve yıkıcı büyüklükte oluştuğu gözlenir. Buna karşın, göreceli olarak duraylı olan plaka içi alanlarda ise çok az ve küçük depremler oluşur. Resimde de görüldüğü üzere plaka içi kısımlarında bulunan bölgeler dünyada en az deprem olan bölgelerdir.


Milattan önce 3000'li yıllarda, eski Mısırlılar zamanında kediler kutsal bir canlı olarak görülüyordu. Hatta siyah dişi kediler tanrıça olarak kabul ediliyordu. Kedileri hastalık ve ölümden korumak için kanunlar bile yapılmıştı.

Kedilerden, özellikle siyah kedilerden nefret, Hıristiyanlığın kendinden önceki kültürleri ve onların sembol kabul ettiği şeyleri yok etme güdüsü ile Ortaçağda, İngiltere'de başladı. Bağımsız, bildiğini yapan, "inatçı" ve "sinsi" karakteri, sayılarının da şehirlerde aşırı artması ile birleşince, kediler gözden düştü. O yıllarda evinde kedi besleyenler yalnız yaşayan fakir ve yaşlı kadınlardı. Yine o yıllar büyücü ve cadı inancının tüm Avrupa'da histeriye dönüştüğü yıllardı. Siyah kedi besleyen bu kadınların kara büyü yaptıklarına ve siyah kedilerin geceleri şeytana dönüştüklerine dair korku dolu halk hikâyeleri üretildi. Cadı konusu bir paranoyaya dönüşünce birçok zavallı kadın kedisi ile birlikte telef edildi.


"Tiyatro"nun kökeninde dinsel törenler ve ritüeller var. Taş devrine dek uzanan geçmişte insanlar, doğa olaylarını kendi bedenleri yoluyla simgesel olarak canlandırmaya çalışmışlardı. Bugün bizim bildiğimiz anlamdaki tiyatroysa antik Yunan'da yaklaşık MÖ 6. yüzyılda oynanan dindışı içerikli oyunlarla başlar. Tiyatro sözcüğü de Yunanca'da seyirlik yeri anlamına gelen "theatron"dan türetilmiştir.




Evet bazı örümcek türleri bunu başarabilir. Su örümcekleri (Argyroneta aquatica)
hayatlarını su altında geçirirler ve nadiren kuru toprakla temas ederler. Bu örümceklerin çoğu göllerde ve nehirlerde yaşar. Ağlarını da su altında yetişen bitkilerin çevresinden geçirerek örerler. Bu ağ bir çantacık şeklini alır. Su örümcekleri belirli aralıklarla su yüzünden hava kabarcıkları toplarlar ve topladıkları bu kabarcıkları su altındaki ağlarına taşıyarak hepsini birleştirirler. Sonunda büyük bir hava kabarcığı oluştururlar. Ağın en önemli yönü bu hava kabarcığını tutmasıdır. Bu hava boşluğu onların içine girebilecekleri büyüklükğe ulaşır ve suyun altında komforlu bir odacık halini alır. Son olarak Argyroneta’nın "gümüş ağ" anlamına geldiğini de ekleyelim.


Sadece kazlar değil, martılar, pelikanlar gibi büyük su kuşları da filo olarak toplu halde giderken 'V' şekli oluşturarak uçarlar. Bunun nedeni ile ilgili kesin olmayan, tartışmaya açık çeşitli görüşler vardır. Biz bunlardan en çok rağbet gören ikisinden bahsedelim.

Birinci görüşe gore, sürünün 'V' şeklinde uçmasının amacı enerji tasarrufudur. Bu uçuş şekli ile öncelikle en öndeki kuş, bir arkadaki kuşa gelecek rüzgarı ve hava direncini engeller ve daha az enerji sarf etmesini sağlar.

Bunun bir başka örneği de bisiklet takım yarışlarında birbiri arkasına saklanarak giden ve sık sık en öndekini değiştiren yarışmacılarda da görülür. Araba yarışlarında da arkadaki araba öndekine mümkün olduğunca yaklaşarak, onun kestiği rüzgar ve hava akımının avantajı ile daha az yatık harcamayı amaçlar. Bu şekilde uçan kuşlarda da sık sık en öndeki liderin değiştiği ileri sürülmektedir.

Yine bu görüşe gore, öndeki kuş kanadını çırptığında, kanadının ucunda bir hava boşluğu, yani bir girdap yaratır, arkadaki kuş buraya yükselen havayı kanatlarının altında bularak ve daha az enerji sarf ederek yüksekliğini muhafaza eder. Bu kuşun şeklinin daha ziyade büyük kuşlarda görülmesinin nedeni de bunların büyük kanatları ile yarattıkları hava hareketinin büyüklüğü ve arkadaki kuşun işine yarayabilmesidir.


70'li yıllarda yapılan bir araştırma sonucunda, 25 kuşluk bir filonun bu şekilde uçarak, uçuş mesafesinin yüzde 75 artırabildiği ileri sürülmüştür. Ancak bu teoriye gore her kuşun öndeki ile aynı mesafe ve açıdan uçması ve senkronize yani eş zamanlı kanat çırpması gerekir ki, bu gerçekte mümkün değildir.

İkinci bir görüşe gore ise, kuşların gözleri başlarının yanındadır, dolayısıyla tam önlerini göremezler. Bu uçuş şekli ile sürünün fertlerinin birbirini görerek, kaybolmadan bir arada kalması sağlanır. Bu görüşe karşı olanlar ise kuşların geceleri de uçtuklarını, bu nedenle öndeki kuşu görmenin önemli olmadığını zaten sürüyü kuşların bağırışlarının bir arada tuttuğunu ileri sürüyorlar.

Çok basit gibi görülen bu olayın bile sebebi tam öğrenilmiş değil, belki de görüşlerin bileşimi, yani hepsi doğru. Kuşlar konuşabilseler de anlatsalar!


Yetişkin bir insanın beyni, yaklaşık 1350-1400 gram ağırlığındadır. Buna karşın, 100 süper bilgisayarın bilgisini içerebilir. Beynin temel birimi, nöron olarak adlandırılan sinir hücreleridir. Sinir sisteminin ana işini yürüten hücreler olan nöronlar, istisnaları olmak üzere, bir gövde, ağaç gibi yan dallar (dendrit) ve bir de, bazen dallanabilen ve hücrenin “kararlarını” diğerlerine ileten, tek bir uzantı (akson)’dan oluşurlar. Sinir hücreleri birbirleri ile ilişki halindedirler. Bu sıkı ilişki, sinirsel işlevin temelini oluşturan bilgi akışını sağlar. Hücreler arası bu bilgi geçiş noktalarına sinaps adı verilir.
Sinapslar, değişik tip ve özelliklerde olmalarına karşın, hemen hepsi bilginin iletimi işlevinden sorumludur. Kısacası, nöronlar kendi aralarında bağlantılar kurarak, elektrik devrelerine benzer yollarla iletişim sağlayıp, beyin işlevlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ana elemanlardır.

Başka bir deyişle, yeni bilgilerin öğrenilmesi nöronlar arasında kurulan sinaptik bağlarla olur.

Parka yürüyüşe gittiğinizi düşünün: Havayı, birlikte olduğunuz insanları, onlarla konuştuklarınızı ve yediğiniz dondurmanın tadını hatırlıyor olabilirsiniz. Hafızayı oluşturan bu bilgiler beyninizin birçok bölümünde toplanır. Bu alanlar, örneğin; sıcaklık, tat, yüz tanıma ve dil ile alakalı olan çeşitli kısımlar olabilirler.

Bildiğimiz gibi beynimiz farklı kısımlardan oluşur. Bu kısımların bazıları hafıza bakımından önemlidir. Beynin hipokamp bölgesi hafızayı oluşturan önemli kısımlardan biridir. Hipokamp bölgesi, beyindeki temporal lob’un iç kısmında yerleşmiştir. Bu bölge limbik sistem’in (beyin kabuğunun altında kalan yapılardan bazıları, ara beynin etrafında onu bir halka gibi saran, işlevsel bir birliktelik oluşturmuşlardır. Bu yapıya, özel olarak limbik sistem adı verilir) bir parçası olup, hafıza ve bilgi transferinde rol oynar. Bunun yanı sıra, eski ve yeni bilgilerin veya yaşantıların serebral korteks’in ya da beynin en geniş ve en dış tabakası olan boz madde’nin farklı alanlarında depolandığı da düşünülmektedir.

Hipokamp bölgesi bilgilerin kalıcı hafızaya geçip, geçmeyeceğine karar veren merkezdir. Çeşitli şekillerle bize ulaşan bilgiler, verdiğimiz önem derecesine göre beyne kaydolmaktadır. Merak ve ilgi duymadığımız, önemsemediğimiz; kısacası duyguların hareketlenmediği olaylarda gelen bilgiler düşük frekanslı elektrik sinyalleri şeklindedir. Sonuçta, zayıf sinaptik bağlar oluşur ve beyin korteksine kayıt işlemi gerçekleşmez. Çünkü böyle durumlarda alıcılar (duygular) harekete geçmemektedir. Duyguların uyandığı olaylarda ise hipokamp hareketlenmekte ve kortekse kayıt işlemi tamamlanmaktadır.

Dış beyin kısmını teşkil eden korteks, beynin düşünen, konuşan, yazan, yeni buluşlar yapan, merak eden, plân yapan, öğrenmenin, zekanın ve hafızanın oluştuğu bölüm olup, sınırsız bir kapasiteye sahip görünmektedir. Üzerindeki görme, duyma ve diğer algılama merkezleriyle ve dış dünyayla sürekli iletişim halinde bulunur. Bu kapasiteyi nöronlar arasında kurulan ilişkiler sağlamaktadır.

Diğer bir deyişle, merak ve ilgi eksenli bilgiler, duyguları uyandıran olaylar olduğundan, orta beyindeki hipokamp, giriş vizesi vermekte, bilgiler beyin korteksi üzerine kaydedilmektedir.


İlkin insansılardan modern insana geçiş aşamalarının bulunabilen fosillerine bakıldığında, aslında diğer primatlar ile ortak olan atadan şu anki insan formuna geçişin tüm basamakları görülebiliyor.

Beyin kıvrımları artıyor ve beyin hacmi genişliyor, kafatasının üst arka kısmı büyüyor, burun ve çene küçülüyor. Buna bağlı olarak yüz ince uzun bir şekil alıyor, bu şekildeki kafatasını dengeleyebilmek için boyun omurları dik bir şekle geçmek zorunda kalıyor ve bu da omurganın tamamını etkiliyor. Omurganın şeklindeki değişiklik sonucunda iki ayak üzerine kalkılıyor ve bu duruşu destekleyebilmek için leğen kemiği küçülerek, bacakların açık hali arasındaki mesafenin oranını belirliyor. İki ayak üzerine kalkma ile birlikte kollar oransal olarak kısalıyor ve vücudun tüm yükü üzerine binen bacak kasları daha fazla gelişiyor. Arşınlama hareketinin yerini tamamen adımlama ve koşma alıyor. Ağaç üzeri yaşamdan koparak yere inmeyle birlikte küçülmeye başlayan kuyruk tamamen yok oluyor.

İki ayak üzerine kalkma, insana çok daha gelişmiş bir hareket yeteneği sağlıyor, vücut daha rahat kontrol edilebiliyor. Mesafe kat etme işlevinden kurtulan kollar, başka işlerde ve çok daha etkin bir şekilde kullanılmaya başlıyor. Baş parmağın diğer dört parmağın karşısına getirilebilmesi sonucunda elin "kavrama" yeteneği ortaya çıkıyor ve etkin bir biçimde alet kullanımı gelişiyor. Alet kullanabilen insan birçok işini artık daha kolay hallediyor. Kendini savunması, yiyecek bulması, toplaması veya avlayarak yakalaması büyük ölçüde kolaylaşıyor.

Hacimsel olarak büyüyen beyin, sinir sistemi ve duyular ile bireysel ve sosyal zekanın gelişimine önayak oluyor. Kafatasının şeklindeki değişiklik ile birlikte yukarı doğru kubbeleşen damak, daha kaslı yapıya sahip bir dil ve gelişen gırtlak yapısı, çıkarılan ilkin yabani seslerin, zamanla kontrollü ve anlamlı seslere dönüşmesini ve "lisan" kavramının ortaya çıkmasını sağlıyor. Bunun sonucunda sosyal yaşamda da başarı artıyor.

Tüm bunlar ilk olarak akla gelenler. Bunların dışında çeşitli fizyolojik ve metabolik değişiklikler de meydana geliyor. Ancak yukarıda birbirine bağıntılı şekilde anlattığımız özelliklerin gelişimi, insanın ve diğer primatların yaşam şekilleri ve yaşam becerileri arasındaki farkların ortaya çıkmasında "en önemli" sayılabilecek değişimleri açıklıyor.


Solunum gazlarının kana geçişi, her zaman, bir sıvı içerisinde çözünerek taşıyıcı yapılara bağlanmaları yoluyla gerçekleşir. Akciğerlerimizde bu görev, alveollerin içinde bulunan mukus sıvısına aittir. Deri solunumunda da, aynı mukus sıvısı, deriyi nemlendirir ve solunum gazlarının çözünerek hedef yapıya ulaşmasına yardımcı olur.






Goriller nerede uyur?

Gönderen by sid

Yuvalarda. Bu büyük, kaslı primatlar her akşam (hatta bazen ağır bir öğlen yemeğinden sonra) ya yere ya da ağaçların alçak dallarının içine yeni yuvalar yaparlar. Çok genç olanlarının dışında kesin kural her yuvaya tek gorilin yatmasıdır.

Bu yuvalar şaheser değildir (biraraya getirilivermiş eğri dallar ve minder niyetine daha yumuşak yeşillikler) ve yapılması on dakika kadar alır. Dişiler ve genç hayvanlar ağaçlarda, erkekler ve "silverback (gümüşsırt)" denen gorilse yerde uyumayı tercih eder.

Bazı kayıtlara göre ova gorilleri temizdir ve yaşadıkları yere özen gösterirler, dağ gorilleriyse yuvalarını sürekli pisletir ve çoğunlukla kendi dışkı birikintilerinin üzerinde uyurlar.

Goriller yüzemez. İnsanlardan iki fazla, yani kırk sekiz kromozonları vardır.

Dünyadaki hayvanat bahçelerinde bulunan toplam goril sayısından daha fazla goril her yıl insanlar tarafından "vahşi hayvan eti" olarak yenmektedir.


Penguenlerin tıpkı hacıyatmaz gibi sağa sola sallanarak yürümelerinin sebebini bilimadamları araştırdı. Ortaya ilginç bir sonuç çıktı. Kutuplarda yaşayan bu sevimli hayvanlar, enerji tasarrufu yapmak için sarkaç hareketiyle yürüyorlar. Colorado Üniversitesi'nden Timothy Griffin ve Rodger Kram, penguenleri San Diego kentindeki Deniz Dünyası Merkezi'nde aylarca süren bir incelemeye aldı ve ilginç bulgular elde etti.

İki bilimadamı, araştırmanın sonucunu şöyle açıkladı : "Aşırı kısa bacaklı olan penguenler, yana doğru adımlar atarak kaslarının daha az yorulmasını sağlıyor. Böylece her adımın sonunda bir sonraki adım için enerji depoluyor. Normal yürümüş olsalar, kendi heybetlerindeki bir hayvandan iki kat daha fazla enerji harcamaları gerekiyordu. İşte bunu keşfederek bu şekilde yürümeyi geliştirmişler.

Sadece yürümeye başlarken enerji harcıyorlar, bir de dururken....


Aslında gördüğünüz yıldızlar, aynı anda çalışan beynin görme bölümündeki nöronlardır. Bu, ayağa çok hızlı kalktığınız zaman ya da beyninize bir darbe aldığınız zaman oksijen seviyesinin hızlıca değişmesinden dolayı meydana gelir. Kılcal damarlara en yakın nöronlar ilk olarak etkilenir, ancak eğer bu çok hızlı olursa çevre nöronlar da bundan etkilenebilir. Bunun sonucunda beyninizin yıldız olarak algıladığı sinyaller oluşur.

Einstein bulmadı. İzafiyet teorisi ilk kez 1632'de Galileo Galilei tarafından "Dünyanın Başlıca İki Sistemine Dair Diyalog" makalesinde dile getirildi.

İzafiyeti anlamak için, yerini aldığı teoriyi anlamamız gerekir. Bu teori, MÖ 4. yüzyılda Aristoteles tarafından doğru kabul edilen "eylemsizlik" teorisidir ve eylemsizliğin her nesnenin doğal hali olduğunu, bir nesne kendi haline bırakıldığında' ilk durumuna geri döneceğini belirtir.

İzafiyet teorisi, tüm nesnelerin hareketinin birbirlerinin hareketine bağlı olduğunu ve bir nesneyi "eylemsiz" olarak tanımlamanın sadece bir kabul olduğunu savunur. Bu teori şöyle devam eder: Bir nesnenin hızı da kesin olarak belirtilemez; sadece başka bir şeye "izafeten" belirtilebilir.

İtalyan gökbilimci ve filozof Galileo da modern fiziğin kurucularından biridir. O daha çok "Kopernik"in (ya da Aristarkos'un) Dünya'nın Güneş etrafında döndüğüne dair teorisini desteklemesiyle ünlüdür.

Katolik Kilisesi ona şiddetle cephe almıştır, fakat Galileo ilkeleri için fare dolu bir hücrede çürümemiştir. Cezasını çekmeye Siena Başpiskoposu'nun lüks evinde başlamış ve daha sonra rahat bir göz hapsi için Floransa yakınındaki villasına geri götürülmüştür. Katolik Kilisesi 1992'ye kadar Galileo'nun güneş sistemi hakkındaki görüşlerinin doğruluğunu kabul etmemiştir.

Galileo bu konuda haklı olabilir, fakat hatalar yapmaya da çok açıktır: Dünya'nın dönüşüyle ilgili en dikkat çekici iddiası, gelgitlere Dünya'nın kendi etrafındaki dönüşünün sebep olduğuydu. Akdeniz'de Kızıldeniz'den daha çok gelgit olduğunu gözlemlemiş ve bunu denizin, Dünya'nın dönüşüyle çalkalanmasına bağlamıştır; ayrıca Akdeniz'in, doğu-batı hizasında olduğu için daha güçlü hareket ettiğini savunmuştur.

Bu argüman, görgü tanığı gemicilerin ifadesiyle yalanlanmıştır. Gemiciler, Galileo'nun ileri sürdüğü gibi tek değil, günde iki gelgit olduğunu işaret etmiştir. Galileo onlara inanmayı reddetmiştir.

Albert Einstein da Galileo'nun izafiyet teorisinde bazı hatalar olduğunu fark etmiştir, ya da daha ziyade özel durumlarda teori çökmüştür.

Einstein'ın 1905'teki On the Electrodynamics of Moving Bodies [Hareket Eden Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine] makalesi, Özel İzafiyet Teorisi'nden bahseden ilk çalışmadır ve burada, boşlukta ışık hızına yakın hareket eden cisimlerin garip özellikleri tarif edilir.

Özel teoriyi ağırlık gibi daha geniş ölçekli olaylara da uygulayan Genel İzafiyet Teorisi ise on yıl sonra, 1915'te yayımlandı.

Feng-Shui nedir?

Gönderen by sid


Feng Shui Çin'in 3500 yıllık uyumlu bir ortam yaratmak için kullandığı bir yöntemdir.Kelime anlamı ise, "rüzgâr - su" dur. Bu iki güç Çinliler'e göre, yeryüzünün eğimini, şeklini, topografyasını belirler. Feng-Shui metodu yaşanan mekanlardaki enerjiyi, huzur, sağlık ve bereketi sağlamak ve arttırmak üzere değerlendirmeyi amaçlar.

Feng-Shui'ye göre.
***Yatağı pencerenin önüne koymak yanlıstır. Çünkü cam kırılgandır ve güvensizlik yaratır. Ertesi gün işinizden kovulma endişesi duyarsınız. Kendinizi güvende hissetmezsiniz. Uyumak için önce kendinizi güvende hissetmelisiniz.

***İmzanızda adınız ve soyadınız mutlaka olsun. Soyadınızı yazmak, atalardan gelen enerjiyi de kullanmanız için gerekiyor. İmza atarken, adınızda geçen g, y ve ğ'lerin kuyruklarını torba gibi yapın, bir süre sonra ekonomik olarak ferahladığınızı göreceksiniz. Harflerin bu kuyruklarına "para torbası" deniyor.

***Yatak odanıza arada sırada ateşi getirmek için bir mum yakın. Mümkünse bir kaç da çiçek olsun. Metal enerjisini kırmalısınız.

***Çok önemli bir toplantıya giderken kırmızı iç çamaşırı giyin. Bu sizin enerjinizi artıracak ve daha dinamik olmanıza yardımcı olacak.

***Önemli biriyle kritik bir görüşme yapıyorsanız, etrafınızdaki sütun ya da üçgenlere sizin değil, onun yüzü dönük olsun. Tehdit altında kalan o olacaktır.

***Evlerinizde kare değil de, yumuşak hatlı koltuklar kullanın. Eğer koltuklarınızı değiştiremiyorsanız, mutlaka yumuşak yastıklar kullanın. Çünkü evinizde gevşemeniz gerekiyor.

***Bembayaz bir eviniz varsa, bitkiler kullanmalısınız. Mavili, yeşilli yatak örtüleriyle, su, akarsu posterleriyle değişik bir hava yaratabilirsiniz. Yatağın üzerine yastıklar koyabilirsiniz.

***Kurutulmuş çiçeklerin de belli bir ömrü var. Uzun süre evlerinizde bulundurmayın. Plastik çiçeklerin de ağaç enerjisi vardır ancak belli bir süre sonra eskir, enerjisini kaybeder.

***Gümüs takı kullanmak insanı olumsuz yönde etkiler, duygusallaştırır ve ağlama isteği verir. Depresyona yol açtığı için dikkatli kullanın. Altının daha özel ve iyi bir enerjisi vardır.

***Yatak odasında, yattığınız yerden kendinizi bir aynada görüyorsanız, bu uykunuzu bozabilir. Rüya görmenizi ve dingin uyanmanızı engelleyebilir.

***Balkonları depo olarak değerlendirmemeli, kullanmalıyız.

***Florasan ışık insan doğasına aykırıdır.

***Dijital saatler kalp ritmini etkiler, uyanmak için başucunuzda klasik saatler kullanın.


Sigara dumanının içeriğinde 4000 den fazla kimyasal madde bulunur. Bunların hemen hepsi insan sağlığına zara veren zehirli kimyasallardır.Bu gerçeği öğrendikten sonra sigaradan ve içilen ortamlardan uzak durma konusunda daha hassas olmalıyız. Aşağıda sigara dumanında bulunan binlerce kimyasaldan bazıları yer alıyor:

Acrolein 60-100 µg , Acetone 100-250 µg , Ammonia 50-130 µg , Anatabine 2-20 µg ,Acetic acid 330-810 µg , Aniline 360 ng , Benezene 12-48 µg , Benzoic acid 14-28 µg , 4-aminobiphenyl 4.6 ng , 1,3-butadiene 69.2 µg , -butyrolactone 10-22 µg , Benz[a]anthracen 20-70 ng , Benzo[a]pyrene 20-40 ng , Cadmium 110 ng , Cholesterol 22 µg , Carbon monoxide 10-23 mg , Carbon dioxide 20-40 mg , Carbonyl sulfide 12-42 µg , Catechol 100-360 µg , Dimethylamine 7.8 -10 µg , Formaldehyde 70-100 µg , Formic acid 210-490 µg , Glycolic acid 37-126 µg , Harman 1.7-3.1 µg , Hydrogen cyanide 400-500µg , Hydrazine 32 ng , Methylamine 11.5 - 28.7 µg , Hydroquinone 110-300 µg , Lactic acid 63-174 µg , Methyl chloride 150-600 µg , -methylpyridine 12-36 µg , N-nitrosonornicotine 200-3000 ng , N,nitrosodiethanolamine 20-70 ng , NNK 100-1000 ng , N-nitrosodiethylamine 25 ng , N-nitrosopyrrolidine 6-30 ng , 2-naphthylamine 1.7 ng , Nitrogen oxides 100-600 µg , N-nitrosodimethylamine 10-40 ng , Nickel 20-80 ng Nicotine 1.0-2.5 mg , Particulate matter 15-40 mg , Phenol 60-140 µg , Polonium-210 0.04-0.1 pCi , Pyridine 16-40µg , Quinoline 0.5-2 µg , Succinic acid 110-140 µg , Toluene 100-200 µg , 2-toluidine 160 ng , 3, 3-vinylpyridine 11-30 , Zinc 60 ng…

Ursus maritimus Steve Amstrup.jpg

Bütün memelilerin vücutlarının ısı derecesi 35-38 derece aralığındadır. Uçabilenlerde bu birkaç derece daha yüksektir. İnsan ısıya karşı çok hassastır. Hava sıcaklığı 30 derece olunca denize girer de, beş derece üzerine palto giyer. Oysa hayvanların giysileri yoktur. Köpekler eksi 40 derecede kutuplarda kızak çeker, buzlu sularda balıklar çırılçıplak yüzerler.
Aslında ısıdan etkilenmek sadece insana mahsus değildir. Güneşin bulut arkasına girmesi ile havadaki iki derecelik ısı düşüşü uçan sineği zor yürür hale getirebilir. Öğlen güneşinde zıp zıp zıplayan çekirge, sabah serinliğinde hareketleri ağırlaştığından çok rahat yakalanabilir.
Kendi vücut ısısından çok daha düşük ısı koşullarında yaşayabilmek için canlıların iki silahı vardır. Biri vücut ısılarını ayarlamaları, diğeri de kürk denilen vücut örtüleridir. Kutup bölgesinde yaşayan bir canlı, tropik bölge de yaşayana nazaran on kat daha fazla ısı meydana getirmek veya vücut örtüsü on kat daha fazla koruyucu olmak zorundadır.
Çok soğuk iklimlerde yaşayan hayvanların yaşam nedenleri araştırılırken hep kürkleri üzerinde durulmuştur. Halbuki burada yaşayan hayvanların kürkleri ile ılımann bölgelerde yaşayan hemcinslerinin kürkleri arasında çok ciddi bir fark yoktur. Üstelik domuzlar hiç kürkleri olmamasına rağmen deri altı yağ tabakaları sayesinde vücut ısılarından 20 derece daha düşük ısı ortamlarından hiç etkilenmezler.
Zaten dünyamızda üzeri tamamen kürkle kaplı hiçbir hayvan yoktur. Çoğunun ayak ve burun gibi kısımları görevlerini yapabilmek için açıkta bırakılmıştır. Ancak buralarda vücuda sıcak kan ileten atar damarlar kılcal damarlar vasıtası ile deriye daha yakın olan toplar damarları ısıtırlar. Bu sayede buzun üstünde yürüyen bu tür hayvanların ayakları üşümez. Ama bu da, hayvanın tüm vücudunun üşümeden bu soğuk ortamda nasıl yaşayabildiğini açıklayamaz.
Kutuplarda, buzlu sularda yaşayan balıkların, sıfır ve sıfır altı derecedeki ortamda donmamalarının sırrının, bu balıkların derilerindeki buz kristallerinin donma derecesini düşüren bir protein olduğu tespit edilmiş, hatta genetik mühendisleri laboratuar ortamında bu proteini üreten geni yaratmayı başarmışlardır.
Bilim insanları bu örnekten yararlanarak, meyve ağaçlarını dondan, uçak kanatlarını ve yolları buzdan kurtarabileceklerini düşündüler ama henüz geniş çaplı üretimi zor görülmektedir. Ne yazık ki, sıcak kanlı hayvanların kendilerini çok soğuk ortama nasıl adapte ettiklerinin sırrı hala tam çözülmüş değil.


Uçakların icadından sonra her alanda yaygın olarak kullanılmaya başlaması kısa sürede gerçekleşti. İlk uçaklar orduda keşif görevlerinde kullanılıyordu. Bu bağlamda deniz kuvvetlerine bağlı gemilerde deniz üzerinde uçarak keşif yapmayı sağlayan uçaklar bulunurdu. Ne var ki yalnızca uçak taşıması için yapılan ilk gemi Amerikan donanmasında kullanılan "USS Langley" idi. 1922 yılında bir kömür gemisinden uçak gemisine dönüştürülmüştü. Günümüzde kullanılan ve nükleer güçle çalışan uçak gemilerinin ilki, yine ABD donanmasında kullanılan "CVN-65 Enterprise" idi. Enterprise 1960 yılında suya indirilmişti.

Fobilerin nedeni nedir?

Gönderen oyunmercegi


İnsanların yaklaşık yüzde onu fobilerden müzdariptir. Bazılarında travmatik bir olay tetikleyici olabilirken bazı fobiler fiziksel problemlerle ilgili olabilir. Yapılan araştırmalar bazı basit fobilerin genetik olduğunu bazılarınınsa kültürel geçmişe dayandığını gösteriyor. Örneğin, örümcek korkusu Ortaçağ’dan miras kalmış olabilir.


Sağ elini kullanan insanlar, ayakla yapılan hareketlerde de, sağ bacaklarını öncelikle kullanırlar. Bu nedenle de sağ bacakları daha güçlüdür. 
Sola kavis çizerek koştuklarında, sağ ayak dışarıda kalır. Özellikle kısa mesafe koşullarında, pistin köşelerinde koşucular haifif içe meylederek koştuları için sağ ayağa daha çok yük biner ve koşucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru daha rahat koşar. 
İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece %5'i, kadınların ise %3'ü solaktır. Çoğunluğun rahatı düşünüldüğü için de atletler pistte saat yönünün aksi yönde koşarlar. Tabii bu durumda ve özellikle 400 metre koşularında solakların şansı biraz azalmış oluyor.














Kuşların kış ayları gelirken niçin güneye, ılıman bölgelere göç ettiklerinin nedeni herkes tarafından bilinir. Kışın beslenemeyecekleri için göç ettikleri bilgisi genel anlamda doğrudur ama kuşların göçü sanıldığı kadar basitçe izah edilebilecek bir olay değildir. 
Kuşların göç nedenlerinin atalarından, buzul çağı zamanlarından kalma olduğunu ileri sürenler de var. Ancak günümüzdeki görüşler, kuşların iç biyolojik takvimlerine göre belirli zamanlarda hormonal dengelerinin değiştiği, uzun bir yolculuğa hazırlık olarak vücutlarında yağ depolama miktarlarını arttırdıkları, kışı beklemeden hava şartlarındaki değişiklikleri hissettikleri an göç yollarına düştükleri şeklinde. 
Bu görüşlere göre kuşlar Eylül ayı civarında göçe başlasalar bile yağ depolamaya çok daha önce, yazın en sıcak günlerinde başlıyorlar. Belki kar yağışının geleceğini bilmiyorlar, belki de göçmen kuşlar hayatlarında hiç kar görmediler, karlı ortamda yaşamadılar, yiyeceksiz kalmadılar ama göçme işini tecrübeleriyle değil biyolojik takvimleri ve bunun tetiklediği hormonal değişimler sayesinde otomatik olarak yapıyorlar. 
Soğuk havalar gelirken kuşların daha ılıman yerlere göç etmeleri tamam da göç ettikten sonra niçin tekrar geri dönüyorlar? Daha sıcak iklimlerde yaşamak, bol yiyecek bulmak, daha mutlu olmak için yüzlerce kilometre yol git, sonra da gerisin geriye dön. 
Bu, biraz insanların yaz aylarında yazlığa gidip dönmelerine benziyor ama insanlarda durum farklı, çocukların okulları, ebeveynlerin işleri var.. Gerçi insanlarda da göçmenlik yaygın ama onlar göç ettikleri yerlerde kalırlar. Zaten bu düşünülmüş, belirli bir ihtiyaç ve amaç uğruna yapılmıştır, kuşların bu göç işini oturup düşünerek yapmadıkları bir gerçek. 
Kuşların göç ettikten sonra baharda tekrar geri dönmelerini uzmanlar çeşitli sebeplere bağlıyorlar. Birinci sebep, şüphesiz baharda kuzey yarımkürenin ısınması. Bu mevsimde gündüzlerin uzaması nedeniyle yiyecek arama sürelerinin artması ve ana besinleri olan böceklerin çoğalması da diğer sebepler. 
Bu arada güney yarımkürede bu kadar kuşu besleyecek yiyecek olmaması aksine kuş avlayarak beslenen hayvanların çok olması da ilkbahardaki geri dönüşe etken. Bütün bu nedenlere rağmen geri dönüş sinyalini yine de biyolojik takvimlerinin verdiği biliniyor. 
Kuşların göç ettikten sonra geri dönmeleri kadar, Ekvator Afrikası'ndan dönen bir kuşun Doğu Anadolu'da bir ahırda bir evvelki yıl yaptığı yuvayı tekrar bulabilmesi de ilginçtir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, göçmen kuşların başlıca dayanak noktalan gündüz Güneş, geceleri ise yıldızlardır. Hava kapalıysa akarsular, dağlar gibi yeryüzündeki coğrafik şekilleri kullanıyorlar. Göçmen kuş türlerinin bir çoğunun yolculuklarında yerin manyetik alanından da faydalandıkları tespit edilmiştir. Yakıt olarak vücutlarındaki yağı kullanan kuşların göç süresince kat ettikleri mesafeler de inanılmazdır. Örneğin dış görünüşü ile diğer kırlangıçların aynısı olan Kutup Denizi Kırlangıcı her yıl Arktika'dan Antarktika'ya ve tersine 17 bin, toplam 35 bin kilometre uçar. Ama birbirinin benzeri iklimde ve buzlarla kaplı bu iki yer arasında gidip gelmekte ne bulur bilinmez.


Işığın (boşluktaki) hızının 300.000 km/sn olmasının temel nedeni olarak, ışık parçacığı olan fotonun kütlesiz olmasını gösterebiliriz.














Kız kulesine ilk deniz feneri üçüncü Ahmet devrinde Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın emri ile konuldu. O zaman ahşap olan kulenin içindeki fener ağır yağlar ile yakılırdı. Bir gün fenerin yakıldığı büyük kandil tutuşarak ahşap kule bir meşale gibi yandı. Yangının ardından kule bu kez kagir olarak yapıldı.







Deniz seviyesindeki atmosfer basıncı, 760 mm cıva yüksekliğine eşdeğer, 101.325 Pascal (Newton/m²) düzeyinde. Kemiklerde ve eklemlerdeki kıkırdak dokularda basınç düzeyi atmosfer basıncını, ağırlığımızla birlikte olası yüklerimizi de yere aktardıklarından dolayı, misliyle aşabiliyor. Ancak vücut içindeki yumuşak dokulardaki basınç düzeyleri, atmosfer basıncından daha düşük. İyi ki de öyle. Çünkü aksi halde; derideki yara, bere veya kesiklerden kan, sızmak yerine fışkırırdı. Örneğin, kalbin vücuda kan pompalayan "sol ventrikül"ünde 120 mm cıva eşdeğeri. Bu basınç düzeyi, kılcal damarlarda 50 mm cıva eşdeğerine kadar iniyor. Hücrelerde ise daha da düşük, 40 mm kadar.

Bu durumda, vücudun yumuşak dokularının, daha yüksek olan atmosfer basıncı karşısında çökmesini, aradaki kaslar ve diyaframlar önlüyor. Örneğin akciğerlerdeki havanın, dış atmosfer basıncına karşı boşaltılabilmesi için, karın zarının gerilerek, karın boşluğunun hacmini küçültmesi, yani iç basıncını yükseltmesi gerekmekte.

Başparmaklarını yukarı kaldırarak diye biliyorsanız yanılıyorsunuz...

Romalılar "başparmakları aşağıda duracak şekilde" bir işareti hiç kullanmadılar. Ne gladyatörün öldürülmesini isteyen Romalı seyirciler başparmaklarını aşağı indirirdi ne de bu ölüme izin veren Ro-ma İmparatorları. Aslında Romalılar "başparmakları aşağıda duracak şekilde" bir işareti hiç kullanmadılar.

Bir gladyatörün öldürülmesi istendiğinde başparmak yukarı kaldırılırdı - tıpkı kınından çekilmiş kılıç gibi. Kaybeden bir gladyatörün canının bağışlanması için başparmak, sıkılmış yumruğun içine sokulurdu - kınına sokulmuş bir silah gibi. Bu durum Latincede pollice compresso favor iudicabatur (iyilik yapma kararını içerde tutulan başparmak verir) şeklinde ifade edilirdi.

Ridley Scott Tablodan esinlendi

Ridley Scott Gladyatörü yönetmeyi kabul etmeden önce Hollywood yöneticileri kendisine, 19. yüzyıl ressamı Jean-Leon Gerome'un Pollice Verso adlı tablosunu gösterdiler.

Tabloda, imparator ölüm cezasını vermek için başparmağını aşağıya doğru uzatırken Romalı bir gladyatör bekliyor. Scott resimden çok etkilendi ve derhal filmi yönetmesi gerektiğine kanaat getirdi.

Scott, esin kaynağının bütünüyle yanlış olduğundan bihaberdi. Son iki yüzyılın en büyük yanılgılarından birinin ("aşağıyı gösteren başparmakların" ölümü işaret ettiğinin) tek sorumlusu bu tabloydu.

Ressam deyimi yanlış anlamıştı

Tarihçiler şu konuda fikir birliğine varmıştır: Gerome büyük bir yanılgıyla, Latincedeki pollice verso("çevrilmiş başparmak") ifadesinin "aşağıya çevrilmiş" anlamına geldiğine hükmetti; halbu ki bu ifade "yukarı çevrilmiş" anlamına geliyordu.

Bu konuda daha fazla kanıt sunmak gerekirse, 1997'de Fransa'nın güneyinde bulunan MS 2. ya da 3. yüzyıldan kalma bir madalyon gösterilebilir. Bu madalyon, bir dövüşün sonundaki iki gladyatörle, sıktığı yumruğunun üzerine başparmağını bastıran bir hakemi gösteriyordu. Madalyonun üzerinde şunlar yazılıydı: "Ayakta kalanlar serbest bırakılmalıdır."

Başparmak bölgeye göre farklı anlamlarda kullanılıyor

Başparmak işaretlerinin kullanılması günümüzde hâlâ, tehlikeli bir biçimde muğlak olabilir. Ortadoğu'da, Güney Amerika'da ve Rusya'da "başparmağın yukarı kaldırılması", batıdaki zafer işareti gibi, çok ağır bir hakaret olarak anlaşılır. Bu durum Irak'ta sorunlu bir hale büründü: Amerikan askerleri, Iraklıların kendilerini hoş mu karşıladığını, yoksa kendilerine ateş mi püskürdüklerini bilemediler.

Çıplak Maymun kitabının yazarı Desmond Morris, "başparmağın yukarı kaldırılması" nın Britanya'daki olumlu çağrışımlarını Ortaçağ'a dayandırıyor; bu işaret bir işte anlaşmaya varıldığında kullanılıyordu. Başparmağın yukarı kaldırılması, II. Dünya Savaşı'nda ABD Hava Kuvvetleri'ne mensup pilotların bu işareti kalkıştan önce havaalanındaki mürettebata sinyal vermek için kullanmasıyla yeni bir anlam kazandı.

Ridley Scott'a en sonunda bu yanılgıdan bahsedildi ama o, "seyircilerin kafasını karıştırmamak için", Maximus'un canını bağışlarken Commodus'un "başparmağını yukarı" kaldırttı.


İnsanların günlük uyku ihtiyacı ortalama 7-8 saat civarındadır. Ancak bazı kişiler 4, bazıları ise günde 9-10 saat uyurlar. Normal bir insan 36-48 saatten fazla uykusuzluğa dayanamaz. Uzun süreli uykusuzluk metabolizmada bozukluklara sebep olabileceği gibi psikolojik sorunlara da yol açar. Beynin bazı organik veya psikolojik bozukluklarında kişilerin çok uzun süre, hatta yıllarca uyumadığı tespit edilmiştir. Bu tür durumların mutlaka tedavi edilmesi gerekir.










Kuşlar neden öterler?

Gönderen by sid


Kuşlar, genellikle üreme dönemlerinde öterler. Üreme dönemleri genellikle ilkbahar aylarına denk gelir. Bu dönemde kuşlar, kendi bölgelerini öteki kuşlara ilan etmek ve eşlerine kur yapmak için öterler. Bunun yanında, çeşitli tehlikelere karşı aynı türden başka kuşları uyarmak, bölgelerini korumak ve yaklaşan başka hayvanları uyarmak için de çeşitli sesler çıkarırlar.









Evlerinde köpek bulunduranlar, köpelkerinin yaşlarını insan yaşlarıyla karşılaştırabilmek için, her köpek yaşının yedi insan yaşına eşit olduğunu varsayarlar. Peki bu doğru mudur?
Tam olarak değil...
Bu konuda üretilen çeşitli formüller var ama en basit ve akla yatkın olanı şu:
Köpeğin birinci yaşı= 21 insan yaşı
Köpeğin sonraki her yaşı:4 insan yaşı
Buna göre 7 yaşında bir köpeğiniz varsa insan ömrüne göre;
21+(6*4)=45 yaşındadır.
Bu hesaba devam edersek 10 yaşındaki bir köpeğin yaşı, insanın 57 yaşına eştir. 15 yaşındaki bir köpek ise 77 yaşındaki bir insanla aynı yaştadır.
Bu hesap şekli akla uygundur. Bir köpek yaşı yedi insan yaşına eşittir düşüncesi seksüel olgunluğa erişmiş bir yaşındaki köpekle 7 yaşındaki bir çocuk arasında farkı düşününce anlamsız kalıyor.

Arı sütü nedir ?

Gönderen by sid


Bir arı kolonisinde on binlerce işçi arı, binlerce erkek arı ve sadece bir tane ana (kraliçe) arı vardır. Ana arı kovanın her şeyidir, yokluğunda iş düzeni ve üretim durur. Ana arı kovanda tek olduğu gibi, ölümü halinde yerine geçebilecek ikinci bir arıya da izin vermez. Kovanda ana arı adayı olmak demek ölüm demektir.
Ana arının yok olmasına bir şekilde ölmesi neden olabileceği gibi arıcı tarafından da bilinçli olarak kovandan alınabilir. Ana arı yok olunca koloninin kendisine süratle yeni bir ana arı edinmesi gerekecektir. Bu yeni ana arı eskisinin yumurtladığı son yumurtalardan çıkacaktır.
Bu yumurtaların arı sütü ile beslenmesi, yeni ana arının arı sütü içinde doğuş ve gelişme evrelerini geçirmesi gerekmektedir. Burada görev yine işçi arılara düşer. İşçi arılar üst çene bezlerinden beyaz renkte, pelte kıvamında, hafif keskin koku ve tatta bir sıvı salgılarlar. İşte arı sütü budur. Bu salgı ile beslenen yumurtalar 16 gün sonra arı olarak gözü terk ederler.
Arı yetiştiricileri bu safhada larvaları yok ederek, arı sütünü kaşıklarla gözlerden toplarlar. Her bir gözden yaklaşık 0,1 gram arı sütü alınabilir. Yüzde 65'İ su, yüzde 35'i ise protein, yağ, şeker ve vitamin ihtiva eden kuru maddeden oluşmuştur.
Arı sütü, özellikle sinir sistemi hastalıklarında, yorgunluk sorunlarında, kısırlık ve damar sertliği tedavilerinde, insana güç ve zindelik kazandırmada kullanılan, doğrudan doğadan gelen önemli bir tabii gıdadır. Piyasaya saf veya bala karıştırılmış halde, draje veya tablet halinde sunulmaktadır.


Dolunay zamanı kültürel öğelerin de etkisiyle kurt adamlar, cinayetler, seri katiller ve uğursuzluklarla bağdaştırılır. Oysa yapılan bilimsel araştırmalar öyle gösteriyor ki popüler inanışın aksine dolunay zamanlarının davranışlar üzerinde herhangi bir özel etkisi bulunmuyor. Konu üzerine uzun yıllar araştırmalar yapmış Kanadalı psikolog Ivan Kelly, yapılan çalışmaların birbiriyle tutarlılık göstermediğini ve dolunayda davranışların değiştiğine yönelik sonuç veren her çalışmaya karşılık aksi tezi savunan bir diğerinin de mutlaka bulunduğunu söylüyor.

Çılgın Köpekler?

2000 yılında biri İngiltere, diğeriyse Avustralya Sydney'de yapılan iki farklı çalışma dolunay zamanında köpek saldırısına uğradığı şikâyetiyle hastaneye başvuran hasta sayılarıyla normal dönemlerdeki başvuruları karşılaştırmış. Simon Chapman tarafından yürütülen Avustralya'daki çalışma sonucunda köpek saldırıları ve dolunay zamanı arasında anlamlı bir ilişki bulunamazken, Chanchall Bhattacharjee ve araştırma grubu İngiltere'deki çalışmalarında dolunay zamanında köpek saldırılarının iki katına çıktığını gözlemlemişler.

Bu çelişkileri sonuçları değerlendiren Washington Üniversitesi'nden psikolog Eric Chudler, suç oranları, polis tutuklamaları ve intihar davranışlarında da dolunay zamanının anlamlı farklar yaratmadığına parmak basmış. Chudler, bilim tarafından desteklenmemesine rağmen insanların halen dolunay zamanındaki suçları ve trafik kazalarını dolunayın etkisine bağlamakta ısrar ettiklerine dikkat çekiyor.

Bilim tarafından desteklenmemesine rağmen insanlar halen dolunay zamanındaki suçları ve trafik kazalarını dolunayın etkisine bağlamakta ısrar ediyor.

Chudler, popüler inanışın halen dolunayda davranışlarımızın değiştiği yönünde olmasını seçici hafızayla açıklıyor. Dolunay zamanında olağanüstü bir şeyler olduğu zaman insanlar bunu ayın durumuyla bağdaştırma eğilimi gösteriyorlar ve zihinlerine o şekilde kodluyorlar. Oysa örneğin, dolunay dışında bir zamanda işlenmiş herhangi bir cinayet durumunda ayın durumunu görmezden geliyorlar. Chudler'a göre bu yanlış inanışın bir diğer nedeniyse birbiriyle ilişkili olmayan olaylar arasında neden sonuç ilişkileri kurmak. Olumsuz bir olayın dolunay zamanında gerçekleşmiş olması, o olaya neden olan durumun dolunay olmasını gerektirmiyor.

Sonuç olarak, dolunay konusundaki düşüncelerimiz filmlerdeki kurt adam senaryoları ve medyanın da etkisiyle popüler etkilerden kurtulamasa da yapılan bilimsel çalışmalar dolunayın kişilik ve davranışlar üzerinde herhangi bir etkisinin bulunmadığına işaret ediyor.


Sineklerin her türü kışın ortadan kaybolur. Havaların ısınmasıyla birlikte de aniden ortaya çıkıverirler. Yazın karasinekler gece gündüz evlerimizin baş köşesinde dolanırlarken sivrisinekler gündüzleri ortada görünmezler. Acaba mesai saatlerinin dışında ne yaparlar? Sinekler, böcekler uyurlar mı?
Sinekler ısıya çok hassastırlar. Güneş bir bulutun arkasına girdiğinde oluşan sıcaklık değişikliğinden bile etkilenirler. Kış günlerinde bazı bölgelerde sıfırın bile çok altına inen sıcaklıklar onların, özellikle gelişmiş olanlarının yaşama şanslarını yok eder.
Lavra veya yumurta halindekiler ise yaşamaya devam ederler. Bahar aylarında gelişmiş birer karasinek olarak yaşantımıza katılırlar. Yani evinizde gördüğünüz sinekler geçen senekiler değillerdir, onların çocuklarıdırlar.
İnsanların olduğu yerlerde yaşayan sivrisinekler çoğunlukla gece faaliyet gösterirler. Çoğu alacakaranlık saatlerinde, sabaha karşı ve akşamüstü daha aktiftirler. Aktif oldukları bu süre bir veya en çok iki saati geçmez. Öyleyse sivrisinekler aktif olmadıkları, günün en azından 22 saatlik bölümünde ne yapıyorlar?
Kuvvetli ışık, havadaki nem oranının düşük olması ve rüzgar, sivrisineklerin işe çıkmalarına mani olan en önemli faktörlerdir. Boş vakitlerinde çoğunluğu, bitkiler, otlar, çimenler ve ağaçlar üzerinde dinlenirler. Renkleri ve boyutlarından dolayı onları oralarda fark etmek kolay değildir. Bazıları ise evlerin odalarında loş köşelerde kalırlar.
Sineklerin, böceklerin uyuyup uyumadıkları ise uyumak fiilinin tanımına bağlıdır. Zaten uykunun gizemi de tam çözülmüş değildir. Hareketsiz kalıp, dış ortamdan bağlantıyı koparmayı uyku olarak nitelendirirsek böcekler de uyur, balıklar da. Fakat bu arada beyinlerinde neler oluştuğunu kimse bilmiyor.
Memeli hayvanların, örneğin kedilerin, köpeklerin, ineklerin uykuları ve bu sırada beyinde oluşan elektriksel dalgalar konusunda ciddi araştırmalar yapılmıştır. Onların da bizim gibi uyudukları hatta rüya bile gördükleri kesin olarak biliniyor.
Ancak bir karasineğin veya örümceğin beynine elektrik kabloları bağlayıp bir molekül boyutundaki beyinlerinde neler olup bittiğini araştırmak hala pratikte pek mümkün değil.

Aşılar nasıl doğdu?

Gönderen by sid

Aşının işlevini ve ilk aşılama yöntemini keşfedenler Çinlilerdir.

Günümüzden 2000 yıl önce çiçek hastalığına karşı, hasta kişinin vücudundaki yaraların kabuklarını toz haline getirip burunlarına çekiyorlardı. Bu yöntemle mikrop alma oldukça tehlikeliydi. Çünkü, hastalığın birdenbire gelişmesine, hatta ölümle sonuçlanmasına yol açabiliyordu. Buna rağmen "çiçeklenme " adı verilen bu önlem, 18. yüzyıl Avrupasında yaygın olarak kullanılıyordu.

Bu çağda, bir köy hekimi olan Edward Jenner, İngiltere'de çiftliklerde çalışan bazı genç işçilerin sanki aşılanmış gibi çiçeğe karşı bağışık olduklarını gördü. Bunların hepsinin, süt ineklerinden geçen ve çok hafif bir hastalık olan "inek çiçeği" virüsünü eldeki sıyrıklar gibi yollarla aldıklarını saptadı. İnek çiçeği ile çiçek arasındaki yakınlığı bulan Jenner, inek çiçeğine tutulanın çiçeğe yakalanmayacağını düşündü. 1796'da bir çiftlik hizmetçisinin yaralarından aldığı virüs aşısını James Philipps'e verdi. Üç ay sonra da genç çocuğa çiçek virüsü bulaştırmaya çalıştı. Sonuç olumsuzdu. İnek çiçeği aşısı çiçek hastalığına tutulmayı önlüyordu. İşte aşı böyle doğdu.

Bulaşıcı virüs hastalıklarına karşı bağışıklama yöntemlerini ise Louis Pasteur geliştirdi.


Hayvanlar arasında sadece erkeği doğuran tür denizatıdır.

Deniz atları, “ovovivipari” adını verdiğimiz özel bir üreme tipine sahip. Bu üreme tipinde, yumurtalar dışarı bırakılmıyor ve vücut içerisinde taşınıyor. Bu nedenle de, yumurtalar açıldığında dışarı çıkan yavrular, sanki “anne tarafından doğuruluyorlarmış” gibi görünmelerine karşın, aslında sadece yumurtalarından çıkıyor. Deniz atlarındaki durum ise, sadece ve sadece, yumurtaları vücudu içerisinde taşıyan ebeveynin dişi yerine erkek olması. Yani aslında erkekler “doğurmuyor”. Bu üreme tipinde, gerçek bir hamilelik ya da plasenta oluşumu söz konusu olmadığı için (yumurtaların vücutta bir boşlukta üst üste durduklarını düşünün) de, herhangi bir fizyolojik sorun olmuyor. Çiftleşme gerçekleştikten sonra, döllenen yumurtalar, bir tüp yardımıyla dişinin vücudundan erkeğe aktarıyor ve açılıncaya kadar da erkeğin vücudunda taşıyor.

Düşündüğünüz gibi değil. MÖ 4. yüzyıl civarından beri Dünya'nın düz olduğunu zanneden hemen hemen kimse olmamıştır. Fakat Dünya'yı düz bir tepsi gibi göstermek isteseniz Birleşmiş Milletler bayrağındakine çok benzer bir şey elde edersiniz.

Hatta dümdüz bir Dünya inanışı, 19. yüzyıl öncesinde ortaya çıkmış olan bir şey değildi. Bunun müsebbibi olan metin, Washington Irving'in, Kolomb'un, yolculuğuna Dünya'nın yuvarlak olduğunu kanıtlamak için çıktığına dair hatalı izlenimi yansıtan yarı kurgusal Christof Kolomb'un Hayatı ve Yolculukları [The Life and Voyages of Christopher Columbus ] (1828) kitabıdır.

Ciddi olarak "Dünya Tepsi şeklindedir" 1838 yılında ortaya atıldı

Tepsi şeklinde bir Dünya fikri ciddi olarak ilk kez 1838'de tuhaf bir İngiliz olan Samuel Birley Rowbotham tarafından yayımlanan on altı sayfalık bir makaleyle ortaya atıldı. "Zetetik Astronomi: Dünya'nın Küre Olmadığını ve Denizin Dümdüz Bir Yüzey Olduğunu Kanıtlayan Çeşitli Deneylerin Tarifi" [Zetetic Astronomy: A Description of Several Experiments which Prove that the Surface of the Sea Is a Perfect Plane and that the Earth is not a Globe ] ("Zetetik", "araştırmak, soruşturmak" anlamına gelen Yunanca zetein kelimesinden türemiştir).

Uluslararası Düz Dünya Birliği

Bir yüzyıldan daha uzun bir süre sonra, sadık bir Hıristiyan olan Samuel Shenton isminde bir Kraliyet Astronomi Birliği üyesi, Evrensel Zetetik Birliği'ni, Uluslararası Düz Dünya Birliği olarak yeniden kurdu.

Uzaydan çekilen Dünya resimlerine inanmıyorlar: "Bunlar mooontej."

NASA'nın 1960'larda aya ayak basmakla sonuçlanan uzay programının bu konuyu tarihin derinliklerine gömmesi gerekirdi. Fakat Shenton yılmıyordu. Uzaydan çekilmiş olan küre şeklindeki Dünya'nın resimlerine bakınca:

"Bunun gibi bir fotoğrafın eğitimsiz bir gözü nasıl kandırabileceğini görmek çok kolay" dedi. Apollo inişleri, tabii ki senaryosu Arthur C. Clarke tarafından yazılmış bir Hollywood hilesiydi. Kurduğu derneğe üye olanlar hızla arttı.

Üye sayıları 1990'larda 3500 kişiyi buluyor

Shenton 1971'de öldü, ama birliğin başkanı olacak selefini seçmeyi ihmal etmemişti. Charles K. Johnson yönetimi ele aldı ve kahramanca, gösterişsiz bir "Büyük Bilim karşıtı*" hareketi canlandırdı. 1990'ların başında üyeleri 3500'lerin üzerine yükseliverdi.

* Büyük Bilim (Big Science), 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında büyük makine ve laboratırvarlarda yapılan büyük bütçeli, büyük ekipli çalışmaların bilimde meydana getirdiği değişimleri açıklamak için kullanılan bir terimdir (ç.n.).

Mojave çölünün engin düzlüğünde yaşamış ve çalışmış olan Johnson, üzerinde yaşadığımız Dünya'yı, merkezinde Kuzey Kutbu'nun olduğu, çevresi 45 metre yüksekliğindeki buzdan duvarla örülü bir disk olarak tasavvur etmiştir. Güneş ve Ay'ın her ikisi de 51 km çapında ve yıldızlar Dünya'dan "yaklaşık San Francisco'dan Boston arası kadar bir mesafededir."

Johnson'un çöl sığınağı 1995'te yandı ve birliğin tüm belgeleri, üye listeleri yok oldu. Johnson, birliğin birkaç yüz üyeye gerilediği sıralarda, 2001'de öldü. Birlik şu anda sadece, 800 kayıtlı kullanıcısı olan bir internet forumu olarak varlığını sürdürüyor:

Bilim insanları kaşıma eyleminin omurilikteki kaşınma hissini ileten sinirlerin etkinliğini durdurarak kaşınma hissini azalttığını ortaya çıkardı. Ancak bu etki sadece kaşıntı durumuyla sınırlı, başka zamanlardaki kaşıma eylemi aynı etkiyi yaratmıyor.

Kaşımanın kaşıntıyı azalttığı yaygın olarak bilinmekle birlikte bunun altında yatan fizyolojik mekanizmalara ilişkin çok az şey biliniyor. Daha önce yapılan araştırmalar omuriliğin belirli bir bölgesinin (spinotalamik yol) bu olayda önemli bir rol oynadığına, deriye kaşındırıcı maddeler uygulandığında bu bölgedeki sinirlerin etkinleştiğine dair bulgular ortaya koymuştu.

Primatlar üzerinde yapılan son araştırma, deriyi kaşımanın kaşıntı sırasında spinotalamik yoldaki sinir hücrelerinin etkinliğini durdurduğunu ve böylece sinyallerin kaşınan bölgeden beyne ulaşmasını engellediğini gösterdi.

Araştırmacı Dr. Glenn Giesler bu çalışmanın ilk defa kronik kaşıntıyı azaltmaya yönelik çözümler bulunmasına katkıda bulunacağını umduğunu, ancak bu olayın altında yatan kimyasal mekanizmalarla ilgili daha fazla bilgi gerektiğini söylüyor.

Kuzey Carolina’daki Wake Forest Üniversitesi’nden kaşıntı üzerine uzman olan Profesör Gil Yosipovitch, çalışmayı potansiyel olarak dikkate değer buluyor; çalışma henüz çok temel seviyede olsa da ileride kronik kaşıntıyı önlemek için deriye zarar vermeden mekanik uyarı ya da ilaçlar yardımıyla kaşıma hissi uyandırabilecek metotlar geliştirilebileceğini söylüyor. Yosipovitch’e göre yanıt bekleyen en önemli soru, kaşıma eyleminin kaşıntıyı artırdığı kronik kaşıntı durumlarında neler olduğu. University College London’daki Bilişsel Nöroloji Enstitüsü’nden Dr. Paul Bays de bu çalışmanın kaşıntı hissinin nasıl azaldığına ilişkin önemli bir fizyolojik açıklama sağladığı görüşünde. Ancak kaşımanın neden bu etkiyi göstermesi gerektiğinin, ayrıca bu etkinin neden sadece kaşıntı hissi için geçerli olup da beyne aynı yoldan iletilen acı hisleri için geçerli olmadığının hâlâ anlaşılamadığını belirtiyor.


Beslenme uzmanları olumsuz hiçbir yanı bulunmayan balık etini hararetle tavsiye ederler. Balıkta bol miktarda protein, vitamin ve mineral tuzlar vardır. Tuzlu suda yaşamasına rağmen balık etinde çok az tuz vardır. Hatta balıkların birçok türünü doktorlar tuzsuz yemek rejimlerinde önerirler.
Yağlı balıklarda bulunan lipitlerin insan sağlığı üzerine hiçbir zararları olmadığı gibi vücudu kalp ve damar hastalıklarına karşı da korurlar. Bol miktarda balık tüketilen ülkelerde yapılan sağlık ve yaşam suresi istatistikleri de bu görüşü destekler.
19. yüzyılda iki Alman kimya mühendisi, beynin zihinsel aktivitesini yürütebilmesi için gerekli kimyasal elementin 'fosfor' olduğunu ileri sürdüler. Hatta bu düşüncelerini 'fosfor olmadan bir beyin sağlıklı çalışamaz' diyerek çok iddialı bir biçimde sundular.
Bu arada bir başka bilimci de balık etinin fosfor bakımından çok zengin olduğunu ortaya çıkarınca, bu iki fikir birleşti ve balık etinin beyine dolayısıyla zeka gelişimine çok faydalı olduğu gibi genel bir inanış doğdu.
Aslında fosfor insan organizması için gerçekten gereklidir. Gereken miktar et, süt, tahıllar ve sebzelerin yanında balıklardan da sağlanır. Fosfor vücutta kemiklerde ve dişlerde kalsiyumla birleşmiş halde bulunur. Fosforun eksikliği çocuklarda kol ve bacak kemiklerinde biçim bozukluklarına, yetişkinlerde ise kemik yumuşamasına neden olur.
Eczacılıkta kullanılan fosfor ise beyaz fosfordur. Eskiden fosforlu bitki yağı ve fosforlu balık yağı şeklinde insanlara sinir kuvvetlendirici ilaç olarak verilirdi. Zamanla bu tip ilaçların zehirlenmelere yol açtıkları tespit edildi ve kullanımdan kaldırıldılar.
Günümüze kadar yapılan araştırmalarda fosforun, beynimize gerekli diğer kimyasal elemanların yanında fazladan bir faydasının olduğu ve beynin fonksiyonlarını arttırdığı saptanmamıştır.
Sonuç olarak, balıkta ciddi bir oranda fosfor yoktur, olsa bile fosforun fazlası insan zekasını arttırmaz sadece çok ciddi zehirlenmelere yol açar.


Üniformalardaki haki renk ilk kez İngilizler tarafından 1850'li yıllarda Hindistan'da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay hedef olduklarını fark edince, üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile boyayarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak rengi anlamına gelen 'Khaki' adı verilmiş ve Türkçe'ye de 'haki' olarak geçmiştir.


Genellikle, kanatçık biçiminde açılan ve üzerlerindeki fotovoltaik hücreler sayesinde güneş enerjisini elektrik gücüne dönüştüren güneş panelleriyle. Ancak, yeterli güneş enerjisi toplayamayacak kadar uzak hedeflere gönderilen uydularda sonda, görüntüleyici, haberleşme aygıtları ve bilgisayarların çalışması için gereksinim duyulan güç, genellikle plütonyumun bozunmasıyla ısıyı elektrik gücüne çeviren küçük nükleer reaktörlerce sağlanıyor.
Uydularda manevra için, kimysal yakıtla çalışan küçük roketçikler bulunuyor. Uzun seferlere gönderilen (Ör, kuyrukluyıldız ya da asteroidlerle buluşmak için) uydulara ise son yıllarda iyon motorları takılmaya başlandı.


Hayvanlar aleminde genellikle dişiler erkeklerini seçerler. Bu nedenle erkek cazip olmak zorundadır. Sadece dış görünüşü ile değil kuşlarda olduğu gibi özellikle çiftleşme zamanında sesleriyle, yani ötüşleriyle de rakiplerinden üstün olmaları gerekir.
Dişileri cezbetmek için bu kadar gösterişli olmak erkekleri düşmanları için çok kolay bulunan bir av haline getirir. Dişiler kendilerini tabiat içinde veya yuvalarında gösterişsiz renkleri ile daha iyi saklayabilir, düşmanların dikkatlerini çekmezken çoğunlukla erkekler hedef olurlar.
Aslında tüm kuşlar memeli hayvanlardan daha güzel ve süslüdürler. Bu, kuşların tüylerindeki melanin denilen bir maddeden kaynaklanmaktadır. Bu madde insanın saç ve derisinde de vardır ama miktarı kuşlardakine oranla çok azdır.
Hayvanlar dünyasında güzellik ve renklilik önemli bir iletişim aracıdır. Çevresindekilere büyüklük, güç, yaş ve cinsiyet konularında fikir verir, etkiler.
İnsanların aksine hayvanlarda erkek daha güzeldir, dişisinden görünüm ve ebat olarak farklıdır. Erkek geyiğin gösterişli boynuzları, erkek aslanın yelesi, horozun ibiği hep ya düşmana karşı veya sürü içinde liderlik yarışındaki rakiplerine karşı etkileyici bir silahtır.
Kuşlarda erkeklerin daha iri olmaları, parlak renkleri ve kuvvetli ötüşleri bir açıdan da yuvayı savunma sorumluluğunu taşımalarındandır. Bu özellikler ne kadar kuvvetliyse düşman o kadar ürküp çekinebilir, o yuvayı bırakıp daha başka kolay avlara yönelebilir.
Güzellik ve gösteriş sadece kelebeklerde güzel olma amacına yöneliktir. Onlar ömürlerinin büyük bir kısmını kuluçka devrinde geçirdiklerinden, kelebek şeklindeki kısacık yaşamlarında bu kadar güzel olmaları da haklarıdır doğrusu.
Hayvanlar aleminde kuşların en çok ötenleri de erkeklerdir. Bunu hem dişi kuşu davet hem de hakimiyetleri altında olan alanları belirtmek için yaparlar. Şüphesiz dişi kuşlar da en çok öten erkeği tercih ederler. Bu tercih tabii ki erkeğin sesinin güzel olmasından dolayı değil güçlü olmasından, hakimiyet sahasının geniş olmasından ve daha fazla yiyecek imkanına sahip olmasındandır.
Tabiatın kanunu dişi kuşlar için de geçerlidir. Erkeklerini zengin ve güçlü oldukları için seçerler. Aslında erkekler yiyecek bulmak için çok zaman harcamazlar, onlar daha çok öterler. Şunu da ilave edelim ki, memeli hayvan türleri içinde sadece yüzde 3'ü tek eşli iken kuş türleri içinde tek eşlilik oranı yüzde 90'dır.


Etkinliklerini gece yapan memeli hayvanların gözlerindeki retinada çubuk biçimindeki görme hücreleri fazla olur. Etkinliklerini gündüz yapan memeli hayvanlardaysa koni biçimindeki görme hücreleri fazla olur. Tavşanlar da etkinliklerini gece yapanlar. Dolayısıyla gözleri karanlığa ya da az ışıkta görmeye uyum yapmıştır. Birden güçlü bir ışık kaynağı, göze tutulduğunda geçici körlük gibi durum ortaya çıkar ve hayvan kendini tehlikeye atmamak için (koşarken bir yere çarpmak ya da düşmek) hareket etmez. Ancak çok yaklaşılırsa o zaman hızlı biçimde kaçabilir. Bunun yanında gece yapılan dalışlarda da benzer bir durum oluşur. fenerle girilen dalışlarda, fener balıklara tutulduğunda balıklar hareketsiz kalır.





Yüzde yüzünü. Ya da yüzde üçünü. Genelde beynimizin yüzde 10'unu kullandığımız söylenir. Bu genelde geri kalan yüzde 90'ı da kullanabilsek ne olacağı tartışmasına neden olur.

Aslında insan beyninin tamamı zaman zaman da olsa kullanılır. Diğer yandan New York Üniversitesi Sinirsel Bilimler Merkezi'nden Peter Lennie'nin yakın zamanlarda yazdığı bir makale, beynin ideal olarak nöronların yüzde üçünden fazlasını aynı anda çalıştırmaması gerektiğini, aksi halde kullanılan her bir nöronu düzeltmek için, beynin karşılayabileceğinden çok daha büyük bir enerjiye ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir.

Merkezi sinir sistemi beyin ve omurilikten oluşur ve iki tür hücreden meydana gelir: Nöronlar ve glia hücreleri.

Nöronlar temel bilgi işleyicileridir, aralarında veri alışverişi yaparlar. Veriler dal benzeri dendritler aracılığıyla alınır ve kablo benzeri aksonlarla verilir.

Her bir nöronda 10.000'e kadar dendrit olabilir fakat sadece bir akson vardır. Akson, küçük bir nöron hücresinden binlerce kat daha uzun olabilir. Zürafalarda bulunan en uzun akson hücresi 4,5 metre uzunluğundadır.

Sinapslar, akson ve dendritler arasındaki elektrik itkisinin kimyasal sinyallere çevrildiği geçiş yerleridir. Sinapslar elektrik düğmeleri gibidir, bir nöronu diğerine bağlayarak beyni bir iletişim ağına dönüştürürler.

Glia hücreleri beynin yapısal çerçevesini oluşturur, nöronlan idare ederek temizlik işlevi görür ve nöronlar öldükten sonra kalıntıları temizler. Beyinde nöronların elli katı kadar glia vardır.

Tek bir insan beyninde yaklaşık:

5 000 000 km akson,

1.000.000.000.000.000 (bir katrilyon) sinaps

200 milyar kadar nöron vardır.

Eğer nöronlar dışarıda yan yana yayılsalar 25.000 m², yani bir futbol sahasının dört katını kaplarlar.

Beyin içinde bilgi alışverişi yollarının sayısı dünyadaki atom sayısından daha fazladır. Bu muazzam potansiyelle, beynimizin kaçta kaçını kullanırsak kullanalım hepimiz tabii biraz daha iyisini yapabiliriz.


Bunun için önce şunu bilmemiz lazım. Filim kamerası ile fotoğraf makinesi arasında teknik açıdan büyük bir fark yoktur. Fotoğraf makinesinde her deklanşöre basışta film karesine bir görüntü kaydedilir, film kamerasında ise akan film üzerinde saniyede 24 görüntü karesi kaydedilir. Bunu aynı hızda perdeye yansıtırsanız gözümüz arka arkaya gelen karelerdeki küçük farkları algılayamaz, devamlı ve hareketli bir görüntü olarak görür.
Şimdi gelelim filmlerdeki tekerlekler meselesine. Kovboy filmlerindeki at arabalarının veya trenlerin tekerlekleri aracın hareketi ile ileriye doğru dönmeye başlar. Aracın hızı arttıkça perdede görüntüdeki tekerleğin dönüş hızı gittikçe yavaşlar, bir an durma noktasına gelir ve sonra araç ileri doğru gitmesine rağmen tekerlekler tersine dönmeye başlarlar, daha doğrusu gözümüze öyle görünürler.
Tekerlekleri saniyede 24 defa dönen ve hızla giden bir at arabasını düşünelim. Bunu saniyede 24 kare çeken bir kamera ile görüntülersek her kare tekerleğin aynı pozisyonunu aynı noktada görüntüleyeceği için gözümüz tekerleği duruyormuş gibi algılar.
Tekerleklerin dönüş hızına bağlı olarak filmin her karesi tekerleğin tam tur atmamış halini görüntülerse bu sefer de tekerlekler geri dönüyormuş gibi görünürler. Gerek at arabaları ve gerekse trenlerde tekerleğin merkezi ile çevresi arasında bağlayıcı elemanlar olduğundan bunların pozisyonları ve sayıları daha değişik dönüş hızlarında da benzer görüntüyü vererek gözü iyice yanıltır. Bu tekerlekler düz daire şeklinde bir kapakla kapatılmış olsalar bu görüntü yanılgısı olmayabilir.
Sinema konusunda en çok merak edilenlerden biri de sessiz sinema zamanındaki eski filmlerde insanların niçin hızlı hareket ettikleridir. Aslında bunun iki nedeni vardır. Birincisi ilk filmlerin saniyede 16 görüntü geçecek şekilde çekilmesidir. Bunlar günümüzün saniyede 24 görüntü veren makinelerinde oynatıldığı zaman hareketler neredeyse yüzde elli hızlanmaktadır.
Diğer sebep ise eski filmlerin çoğunluğunu oluşturan komedilerin bu şekilde gösterilmesinin filmi daha gülünç kılmasıdır. Bu nedenle o zamanlarda, yani 1915 yılı civarında bile bazı komedi filmleri düşük hızda çekilir, saniyede 16 görüntü hızıyla oynatılarak karakterlerin daha komik görüntü vermeleri sağlanırdı. Günümüzdeki filmlerde bile bazen karakterler hızlı hareket ettirilerek komedi, yavaş hareket ettirilerek romantizm veya daha fazla şiddet etkisi yaratma yollarına başvuruluyor.